Share This Article
Türk Dış Politikası ›Stratejik Özerklikten‹ Vaz Mı Geçiyor?
Uzman çevrelerde, yeni ABD Başkanı Joe Biden’ın uluslararası ilişkilerde sözüm ona daha ›idealist‹, ›demokrasi ve insan hakları‹ vurgulu bir yöntemi takip edeceği beklentisi hakim. Türkiye–ABD ilişkilerinde de bu bağlamda ›demokrasi ve hukuk‹ konularının önemli bir başlık teşkil edeceğinin ilk sinyallerini ABD yönetimi vermiş bulunuyor. Sedat Ergin’in (Hürriyet, 5.2.2021) Beyaz Saray’ın açıklamasından aktardığına göre, Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan, Cumhurbaşkanı Başdanışmanı İbrahim Kalın ile görüşmesinde »Biden yönetiminin demokratik kurumları ve hukukun üstünlüğünü destekleme yönündeki« kararlılığının altını çizmiştir. Dolayısıyla ABD’ndeki yeni yönetimin demokrasi ve insan hakları konularını ABD dış politikasının merkezine koyacak, ikili ilişkilerde bu konuları gündeme getirecektir.
Türkiye ile Biden yönetimi arasındaki ilk ikili temasta tartışılan önemli bir başka konunun ise S-400 füze savunma sisteminin olması, Sullivan’ın yeni yönetimin Türkiye’nin S-400 füze savunma sisteminden vazgeçmesi beklentisini ortaya koyması ve hemen akabinde de Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın ›Girit modeli‹ türünden bir çözümü gündeme getirmesi, Türk dış politikasında bir yön değişikliği beklentisine yol açtı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından 2 Mart’ta (2021) açıklanan İnsan Hakları Eylem Planı’nın Adalet Bakanlığı’nın web sitesine konan tam metninde ise insan hakları alanında devletin kendisinin de sorgulanması ve pek çok kusur ve yetersizliğinin de kabul edilmesi önemli bir nokta.
Avrupa ve Almanya’da ise bu gelişmeler olumlu bulunmakla beraber temkinle karşılanıyor. Son AB Zirvesi’nden çıkan sonuç da bu temkinli yaklaşımın bir başka örneği. Uzman çevreler ve karar vericiler arasında Türkiye bağlamında hâkim olan görüşe göre, Ankara’ya demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları konularında baskı yapılması gerekiyor. Öte yandan ise bu baskının Ankara’yı daha fazla Moskova ve Pekin’e yakınlaştırmaması gerekliliği ekleniyor Türkiye ile ilgili mülahazalara.
Dış Politikada Yön Tartışmaları ve Nedenleri
Bu atıfta bulunduğumuz gelişmelere ilaveten birçok devlet ile diplomatik temas ve ikili ilişkilerdeki gelişmeler de yön değişikliği beklentisini haklı çıkarır nitelikte: Geçtiğimiz yılın sonbaharında belki de İkinci Dünya Savaşı sonrasının en gergin dönemini yaşayan Türkiye–Fransa ikili ilişkilerinde Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Fransa Başkanı Macron arasındaki mektup teatisine istinaden bir yumuşama, diplomatik gerilim ve ikili ilişkilerdeki anlaşmazlıkları aşma yönünde çabalara dair haberler yansıyor medyaya. Keza yine Yunanistan ile – müzakerelerde ilerleme kaydedilmiş olmasa da – görüşmelerin yapılıyor olması, Mısır ve İsrail ile diplomatik yakınlaşma çabalarının konuşulması da yine bu yönde değerlendirilecek gelişmeler kategorisinde.
Avrupa Birliği ile de ilişkilerin düzeltilmesi yönünde mesajlar verildi, sahada bu yönde somut adımlar atıldı ve Türkiye, 25 ve 26 Mart’taki AB zirvesine oldukça rahat bir zeminde girdi. Zirveye az bir zaman kala ise Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ve Avrupa Konseyi Başkanı Charles Michel arasında bir video konferans görüşmesi gerçekleştirilmiş, sonrası ise olumlu açıklamalar yapılmıştı. Zirveden yaptırım çıkmadığı gibi, yaptırım seçeneği masadan tamamen kaldırılmamakla beraber, başta 2016 Mülteci Mutabakatı olmak üzere birçok alanda iş birliğini geliştirme ve ekonomik ilişkileri derinleştirme kararı açıklandı. Ankara, bundan önceki zirvelerde AB’nin ›yaptırım‹ kartıyla karşılaşmıştı.
Kuşkusuz Brüksel ve Berlin için Türkiye’nin demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları konularında AB standartlarıyla uyumlu, en azından bu standartlara yakın olması son derece önemli. Ancak AB’nin somut gündeminde Doğu Akdeniz’deki gerilimin aşılması ve göç ve mültecilik konularında Türkiye ile yeni bir iş birliği zemininin oluşturulması yer almaktadır. Ancak bunun ötesinde ve daha genel anlamda ise temel hedef ve beklenti Türkiye’nin dış politikasında yönünü yeniden AB’ye dönmesi, Batı yanlısı bir dış politika uygulaması yönündedir. Daha kesin bir şekilde ifade edecek olursak: Brüksel, Ankara’nın uluslararası ve ikili ilişkilerde ›stratejik özerklik‹ olarak tanımlanan yöntemden vazgeçerek yeniden AB yörüngesinde bir dış politika izlemesini arzulamaktadır.
Bütün bunlar önümüze şu soruyu koyuyor: Türkiye 2002–2005 yıllarında olduğu gibi yüzünü yeniden Batı’ya mı dönüyor?
Türkiye’de de AKP hükümetinin bir süredir »›stratejik özerklik‹ten vazgeçerek bir tür ›stratejik çekilmeye‹ doğru gittiği ve uyumlu bir müttefik görüntüsü vermeye« başladığı yazılıyor. Örneğin İlhan Uzgel’e göre bunun biri dış politika, biri de iç politika ile iniltili başlıca iki nedeni var. Birincisi, AKP hükümetinin Rusya ile yakınlaşma politikasından beklediği faydayı elde edememiş olması. İkincisi ise, AKP hükümeti ve Erdoğan’ın dış politikayı »iktidarını uzatma mekanizmasına çevirmiş« olması (Gazete Duvar, 22.2.2021).
Stratejik Özerklik ve İmkanları
İlhan Uzgel’in tersine, Türkiye’nin vazgeçmek bir tarafa, ›stratejik özerkliği‹ devam ettirme olasılığının daha da güçlü olduğu söylenebilir. Bu yönde düşünmemizi gerektiren birçok gelişme ve geçmişten edindiğimiz deneyim mevcut.
Birincisi: ABD yönetiminin dış politikada tamamen bir kopuşa gideceği beklenmemeli. Daha başından Biden’ın ABD’nin jeostratejik meydan okumalara vereceği yanıtın, bu bağlamda izleyeceği yöntemin Trump yönetiminden çok farklı olmayacağına dair işaretler almış bulunuyoruz. ABD’nin Çin’e karşı – Rusya’yı da içine alacak şekilde – bir çevreleme (encirclement) çabası içinde olduğu anlaşılıyor. Burada kilit ülkelerden biri Türkiye, diğeri ise Mısır. Bir başka kilit ülke ise Yunanistan, çünkü Çin’in Yeni İpekyolu Projesi’nin deniz ayağı için Güney Avrupa’daki köprü başı niteliğinde. Uzakdoğu’dan gelen konteynerler Çin’in yaptığı Yunanistan’daki Piraeus limanından Avrupa’ya dağıtılacak. ABD’nin Yunanistan’da askeri üsler kurmasını sadece Türkiye ile mevcut gerilim bağlamında değil, bu çerçeve içinde de değerlendirmek gerekiyor. Dolayısıyla ABD’nin jeostratejik planında Türkiye’nin yeri Yunanistan ile telafi edilemeyecek derecede önemli. Bu da hem Ankara’nın elini güçlendiriyor hem de dış politikada Türk hariciyesine stratejik özerklik yöntemini devam ettirme konusunda geniş bir manevra alanı sunuyor.
İkincisi: Türkiye geride kalan yıllarda bölgesel güç olma yolunda azımsanmayacak bir yol kat etmekle kalmadı, bunun başarılı bir askeri güç kullanımı ile de altını çizmeyi başardı. Gerek ABD’nin gerekse AB’nin Türkiye’nin bu yeni konumunu kabul ettikleri anlaşılıyor. Örneğin AB Doğu Akdeniz krizinde Ankara’ya Fransa ve Yunanistan’ın beklediği sert tavrı gösteremedi. Bu bağlamda sadece Berlin’in anılması da gerçekleri tam olarak yansıtmıyor. Madrid ve Roma’da en azından Berlin kadar Türkiye’yi kaybetmeme gayreti içinde. Örneğin İspanya bankaları Türkiye finans sektörü ile son derece girift ekonomik ilişkiler içinde. Bundan başka Türkiye 2020 yılında İspanya ve İtalya’dan ülke bazında en fazla silah ve askeri araç gereç ithal eden ülke. Benzeri durum ABD için de geçerli, ancak bir farkla. Washington açısından ekonomi yerine güvenlik ve jeostratejik kaygılar ön planda. ABD yönetimi S–400 füze sistemi ile bağlantılı olarak yaptırımlar konusunda bir hayli ağırdan aldı. Bu saydıklarımız da Türk hariciyesi için stratejik özerklik yöntemini devam ettirme yönünde azımsanmaması gereken bir motivasyon içeriyor.
Üçüncüsü: Rusya ile ilişkiler gerginleşip zaman zaman kırılma noktasına gelse de iş birliği devam ediyor. Son Azerbaycan Ermenistan savaşında Rusya Türkiye’nin Kafkasya’daki etkinliğini arttırmasına göz yummak durumunda kaldı. Birçok analistin öngörü ve iddiasının aksine, Ankara Moskova’nın etki alanına girmedi. Bilakis Kırım’ın uluslararası hukuka aykırı bir biçimde ilhakı konusunda, Suriye’de özellikle 2020 başındaki İdlib krizinde, daha sonra ise Libya’da ve kısmen de Karabağ’ın alınmasında Rusya’nın çıkarları ile uyuşmayan, hatta karşıt pozisyon almaktan ve davranmaktan geri durmadı. Ayrıca Rusya ile ihtilafı olan Ukrayna ile siyasi ve askeri iş birliği içinde olduğuna dair güçlü göstergeler mevcut. Kuşkusuz, Türkiye’nin ABD ve Batı’yı Rusya ile dengeleme siyasetinin arzu edilen sonuçları vermediği ortada. Ancak buradan hareketle bu yöntemin başarısız ya da gereksiz olduğunu söylemek de mümkün değil. Her ne kadar, ›Ankara böyle bir yöntem uygulamasaydı sonuçları ne olurdu?‹ sorusu spekülatif olsa da üzerinde kafa yormakta, fikir jimnastiği yapmakta fayda var. Türkiye, Rusya ile yakınlaşması sonucu Suriye’de siyasi ve askeri olarak etkinliğini artırarak gerçekleşmesi durumunda ülke güvenliği için ciddi bir tehdit oluşturacak olan Irak Kürdistan Özerk Bölgesi’ni Akdeniz’e bağlayacak ve Türkiye’yi karadan Arap dünyasından ayıracak olan YPG kontrolünde bir koridorun açılmasını engelleyebilmiştir. Suriye’deki etkinlik ve Ukrayna ile olan iş birliği Türkiye’yi ABD ve AB için değerli bir müttefik kılıyor. Ukrayna’da Rusya’nın çevrelenmesi bağlamında Türkiye’nin Ukrayna ile iş birliği Amerikan çıkarlarıyla örtüşüyor.
Dördüncüsü: Türkiye son yıllarda özellikle de Karabağ’ın Ermenistan’ın işgalinden kurtarılması sonrasında post-Sovyet Kafkasya’sının başat ve etkin aktörlerinden birine dönüştü. Nahcivan ile Azerbaycan arasında açılan koridor sayesinde hem Türkiye ile Azerbaycan arasında hem de Türkiye ile Orta Asya arasında bir kara bağlantısı açılmış oldu. Bu durum Türkiye ile Orta Asya’daki Türki devletlerle ekonomik ilişkilerin derinleştirilmesine olanak sağlayacaktır. Dolayısıyla Türkiye’nin bu coğrafyaya güç yansıtma olanakları da artacaktır. Sonuç olarak Türkiye’nin Orta Asya hatta Uzakdoğu–Avrupa hattındaki konumunun güçlendiğini, stratejik öneminin arttığını ve Türkiye’nin bu bölgede transit ülke olmaktan çıkarak etkin, gündem belirleyen ülke olma yolunda ciddi atılımlar gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Türkiye önümüzdeki dönemde Orta Asya Türk cumhuriyetleri ile iktisadi-ticari ilişkilerini ve güvenlik alanındaki iş birliğini derinleştirmesi durumunda, Rusya ile Çin arasındaki dengeden daha fazla yararlanma ve bu iki ülke karşısındaki konumunu güçlendirme olanağına sahip olacaktır. Dolayısıyla Avrasya perspektifinden bakıldığında, Türkiye’nin Batı karşısında stratejik özerklikten vazgeçerek Batı yörüngesinde bir dış politika izlemesini gerektiren bir durum söz konusu değildir.
Beşincisi: ABD’nin eski İŞİD’le Mücadele Özel Temsilcisi Brett McGurk’un yeniden Ortadoğu ve Kuzey Afrika masasının başına dönmesi de ABD ile Türkiye arasında Suriye ve YPG konusunda olası gerginliklerin habercisi niteliğinde. Görev yaptığı süre boyunca Rojava’da Demokratik Suriye Güçleri (DSG) ve Kürdistan Özerk Bölgesi’nde Peşmerge ile yakın ilişki kurmuş olan McGurk hakkında Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, »kesinlikle PKK ve YPG’ye net bir şekilde destek vermektedir« ifadesini kullanmıştı. Ancak Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinin ve dolayısıyla da uygulayacağı strateji ve yöntemin – özerklik mi, bağlaşıklık mı? – belirlenmesi konusunda Ortadoğu’daki gelişmelerden çok, Ankara’nın Moskova ve Pekin ile ilişkileri ve büyük güçler arasındaki denge belirleyici olacaktır.
Nasıl Bir Stratejik Özerklik?
Özetle, Türkiye’nin ABD ve AB karşısında stratejik özerkliğe dayalı bir dış politikayı geçersiz kılan ya da Ankara’nın bundan vazgeçmesini gerektiren bir durum gözükmüyor. Hatta ulusal çıkarlarını gerçekleştirmek bakımından – 1950’li yıllarda ya da 1999 – 2005 yılları arasında olduğu gibi – Batı yörüngesinde bir dış politikadan daha elzemdir.
Türkiye’nin ABD ve AB karşısında güçlü olabilmesi ve çıkarlarını gerçekleştirebilmesinin yolu gelişmekte olan Avrasya düzeninde ve yeniden şekillenmekte olan Orta Doğu’da etkin ve merkezi bir rol oynamaktan geçmektedir. Bunun için de hem Rusya hem de Çin ile yakınlaşma kontrollü bir biçimde devam ettirilmelidir. Ancak bu yakınlaşmanın ve gerek Moskova gerekse Pekin ile iş birliğinin başlıca bileşeni Batı karşıtlığı olmamalıdır.
Son reform çabalarını ve Fransa, Mısır ve İsrail ile yakınlaşma denemelerini de bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. Bu türden bir denge politikası Ankara’nın hem Brüksel hem de diğer önemli Avrupa başkentleri karşısındaki konumunu güçlendirecektir. Reform süreci ise, başarılı olduğu takdirde, yani demokratikleşme sağladığı ve hukuk devleti anlayışını geliştirdiği takdirde sosyal bütünlüğü de güçlendirerek Türkiye’nin uluslararası ilişkilerdeki hareket alanını genişletecektir.
Türkiye ile Batı arasındaki ilişkileri örneğin bir 1950’lerin ya da 1999–2005 yılları arasının yakın ilişkiler havasına ve bağlaşıklık yöntemine geri götürmek, hem uluslararası sistemin günümüzde o dönemlerden farklı olmasından hem de genel stratejik amaçların paylaşımındaki değişikliklerden dolayı iki taraf için de mümkün ve akıllıca değildir. Türkiye’nin Batı dünyasından (NATO, ABD, AB, GB vs.) koparak ona Çin ve Rusya yanında cephe alması, Türkiye’nin çıkarına değildir ve son derece tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Türkiye, belirli bir süre de olsa ne Batı ekonomik ilişkilerini ve askeri bağlarını koparma ne de bu ilişkileri gergin tutma lüksüne sahiptir.
Çünkü Türkiye sadece bölgesel çıkarları olan bir ülke değil, aynı zamanda bölge dışı çıkar ve bağlantıları bulunan orta büyüklükte bir devlettir. Anadolu Yarımadası, coğrafi olarak Asya, Afrika ve Avrupa kıtaları arasında hava koridorları, karayolları ve demiryollarının, doğalgaz boru hatlarının ve deniz ulaşım ve taşımacılığının kesişme noktasındadır. Ayrıca Çanakkale ve İstanbul Boğazlarının uluslararası stratejik önemi vardır. Bütün bunlardan dolayı Türkiye bölgesel bir güç olduğu kadar, uluslararası etkileri de olan orta büyüklükte (second rank power) bir devlettir.
Özetle bir devletin dış politikasını ve dolayısıyla onun ikili ilişkilerini belirleyen dört unsurdan söz edebiliriz: Ulusal çıkarlar, kurumlar, düşünceler, diplomatik birikim ve beceriler ve beklenmeyen olaylar (disruptive events). Türkiye’nin Batı ile ilişkilerinde ulusal çıkarların birebir, hatta göreceli olarak da örtüşmesi yakın zamanda mümkün görünmediği gibi, bu ilişkilerde etkin olabilecek kurumların da (ABD’de Kongre, AB’de Avrupa Komisyonu, Avrupa Birliği Parlamentosu ve Avrupa Konseyi) Türkiye’ye karşı tutumlarının değişmesi kısa vadede zor görünmektedir. Düşünce bazında da Türkiye’de Batı yanlısı, Batı ile bağlaşıklığı savunan düşüncenin güçlü bir dayanağa ve kamuoyu desteğine sahip olduğu söylenemez. Ancak bütün bu değerlendirmelerimiz, 11 Eylül ya da Berlin duvarının yıkılışı benzeri sarsıcı olayların gerçekleşmemesi şartına bağlıdır. Bu tür olaylar tarihin akışını değiştirdiği gibi Türk dış politikasının yönünü de radikal biçimde değiştirebilir.
Analizimizi, bütün bu değerlendirdiğimiz noktaların ışığında, Türkiye’nin Batı ile münasebetlerinde daha temkinli, Batı karşıtı bir retorikten mümkün olduğunca arındırılmış bir stratejik özerklik yöntemini ve büyük güçler (ABD, Rusya, Çin, AB) arasında bir denge politikası sürdüreceği tahminiyle kapatmak yerinde olacaktır.