Share This Article
Bengi Sınık
Büyük Strateji askeri alandan ekonomiye, diplomasiden istihbarata, savunma sanayiinden yumuşak güce “High Politics” düzeyinde günümüzün popüler, merak edilen, hepsini kapsayan ve bir o kadar da karmaşık bir disiplini, araştırma programı ve devlet yönetme biçimi.
Büyük Strateji kısaca ve en basit haliyle bir ülkenin güç kaynaklarını ve askeri, ekonomik, diplomatik, mali, istihbarat, eğitim, teknoloji gibi alanlardaki stratejilerini uzun vadeli ulusal çıkarlarını (ulusal
çıkarların inşa edilmesi süreci dahil) gerçekleştirmek için harmanlaması, mevcut durumdan uzun vadede arzu edilen bir duruma ulaşılma çabası demek. Kaynakları, çıkarları, hedefleri, araçları, stratejileri, ve fazlasıyla alt bileşenleri var.
Bu yazıda Türkiye’nin dış politika hedefleri bağlamında Büyük Strateji kriterini ne derece karşıladığına giriş niteliğinde bir sorgulama yapılıyor. Bu konunun Türkiye’de düşünülmesine, kafalarda soru
işaretleri oluşturabilmesine bir davet niteliği taşıyor bu yazı. Detayları dönemsel ve konu bazında nüanslı bir şekilde sonraki yazılarda incelenecektir.
Büyük Strateji hedefler kısmında Hal Brands ve Peter Feaver’in deyişiyle “getting out of this thing alive”dan yani bir durum veya krizi sağ salim atlatmayı amaçlamaktan fazlası demek. Amacınız günü (bu gün İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmak gibi 5 yıllık, Batı güvenlik şemsiyesine girmek gibi 7 yıllık veya Kıbrıs sorunu gibi 10 veya 20 yıllık bir çaba da olabilir) kurtarmaktan öteye gitmiyorsa Büyük Strateji düzeyinde devlet yönetmiyorsunuz demektir. Bu durumda stratejik, operasyonel ve taktik düzeyde yönetiyorsunuzdur. Diyelim ki Sovyetler’den korunduk, Kıbrıs’ta Türkleri koruduk, Orta Doğu’da hakimiyet kurduk, PKK’yı bitirdik, ABD’nin Türkiye’nin çıkarlarına saygı duymasını sağladık, AB üyesi olduk, ilk 10 ekonomi arasına girdik; “peki sonra ne olacak” sorusunu sormaya başladığınızda Büyük Strateji sahasında top sektiriyorsunuz demektir.
Peki, hedefler kısmında Büyük Strateji günü kurtarmak veya karşılaşılan krizden sağ salim çıkabilmekten fazlasıysa, Türkiye’de karar alıcılar tarihin bir bölümünde çalışma masalarındaki konuyu aşarak, ufuk çizgisine bakarak, bir sonraki aşamayı hiç düşündüler mi? Çevrelerini etkilemeyi, mümkünse Türkiye’nin çıkarları ve kapasitesi doğrultusunda uluslararası sistemde, parçası olduğu bölgelerde veya ikili ilişkilerinde mevcut durumdan arzu edilen bir duruma geçmeyi hiç tasarladılar mı? “Türkiye’nin dünyadaki varoluş amacı nedir, uzun vadede gerçekleştirmek istediği bir hedefi var mı” sorularını düşündüler mi yoksa “şurada kendi yağımızda kavruluyoruz” düşüncesi mi hakimdi?
Events, Dear Boy, Events
Dönemin Birleşik Krallık Başbakanı Harold MacMillan’a yaklaşan bir genç, devlet adamı olarak kendisinin karşılaştığı en büyük sınamalar neler diye sorar, MacMillan “Events, dear boy, events” diye yanıtlar. Türk dış politikası da önemli ölçüde olayların yönlendirmesiyle şekillendirilmiştir.
Dünya İkinci Dünya Savaşı’ndan yepyeni ve bilinmezlerle dolu bir döneme geçerken Türkiye bu döneme Molotov-Sarper görüşmelerinde Boğazların ortak savunulması için üsler ile Kars ve Ardahan’ın Sovyetler Birliği’ne verilmesi taleplerinin yarattığı şokla girdi. Hesapta bulunmayan bu şok Türkiye’nin geleceğe yönelişinde (talep gelmeden önce tasarladığı uzun vadeli hedefleri vardıysa onlara rağmen) alternatif potansiyel gelecekler aleyhine belirleyici bir rol oynadı. Türkiye bu duruma tepki olarak ulusal güvenliğini sağlamak amacıyla Atatürk’ün Bağımsız ve Çok Taraflı dış politika geleneğinden Eksenli ve Tek Taraflı bir dış politika geleneğine yöneldi, 1959-60 arası Adnan Menderes yönetiminin yeni arayışlarını saymazsak bu gelenek 1965 yılına kadar neredeyse 20 yıl kesintisiz sürdürüldü.
23 Ocak 1950 yılında dönemin Dışişleri Bakanı Necmettin Sadak’ın “Kıbrıs meselesi, diye bir mesele yoktur” demesinden 5 yıl sonra Türkiye’nin Kıbrıs diye bir sorunu olmaya başladı. Bu sorun 1964’te, 1967’de ve 1974’te Türkiye için ciddi bir sorun düzeyine tırmanarak 1955 yılından 1970’lerin sonuna kadar -özellikle 1964 sonrasında- uzun yıllar dış politikada Türkiye’nin ana gündemi oldu. Eskiden var olmayan bir sorun Türkiye’nin dikkat, enerji ve kaynaklarının odak noktası oldu.
ABD ile Jüpiter Krizi, Haşhaş Ekimi, Kıbrıs’tan doğan Johnson Mektubu ve Silah Ambargosu gibi Türkiye’nin gündemine sokmayı önceden planlamadığı sorunları karşısında buldu.
Orta Doğu’da (toplam 5 yıl süren Adnan Menderes, Turgut Özal ve Recep Tayyip Erdoğan’ın bölgesel hakimiyet projelerini saymazsak) Arap-İsrail Savaşları, İran-Irak Savaşı, ve Soğuk Savaş’ın bölgedeki etkileri ve ikili ilişkilerdeki sorunlar haricinde Türk Dış Politikası kitaplarına yazılacak önemde stratejik gelişmeler yaşanmadı.
Sovyetler Birliği’nin 1922’de Kafkasya ve Orta Asya’da Rus Çarlığı’nın kaybedilen topraklarını yeniden kontrol etmesinden SSCB’nin yıkılışına kadar Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkasya diye bir gündemi yoktu.
Türkiye; Balkan Antantı, Balkan Paktı ve Yugoslavya’nın dağılışı sürecinde (özellikle 1997 sonrası) ekonomik, diplomatik ve askeri girişimi haricinde, Balkanlar’da belirsiz bir “istikrar” kelimesinden öteye bölgesel politika geliştirmedi. Yugoslavya’nın dağılış süreci gibi Türkiye’nin önceden gündeminde olmayan bir diğer “sorun” da Türkiye’nin beklemediği bir anda gündemini belirledi. Yine, Türkiye’nin olayları kendi uzun dönemli çıkarları doğrultusunda yönlendirmesi yerine olaylar Türkiye’yi yönlendirdi.
Bu olayların tamamı Türkiye’nin olaylar yönlendirmeden kendisinin belirlediği uzun vadeli amaç ve çıkarlar aleyhine kısa dönemli kriz yönetimlerine yönelmesine, odağını orta ve uzun dönem yerine sürekli kısa döneme çevirmesine neden olmuştur.
Buraya kadar Türkiye sadece ortaya çıkan sorunlara tepki veren, sorun veya kriz çıkmadıkça dış politikası günlük diplomatik aktivitelerden ibaret olan, reaktif bir dış politika geleneğine sahip gibi görünüyor.
Peki bizi Türkiye’nin sürekli krizlerden krizlere dümen kırıp uzun vadeli bir arzu edilen varış noktası olmayan, krizlere verdiği tepkilerin onu hiç düşünmediği, ulusal çıkarlarıyla uyumsuz, bir güzergahtan diğerine yönlendirdiği, amacı olmayan bir ülke olduğunu söylemekten ne alıkoyuyor olabilir? Stephen Walt’ın ABD dış politikası için sorduğu “ABD dış politikası sıkıcı mı olmaya başladı?” sorusunu “Türk dış politikası az sayıda olay hariç hep sıkıcı mıydı?” sorusunu sormamızın önünde nasıl bir engel olabilir?
Kervan Yolda Düzülmez
“Kervan yolda düzülür” deyimi her ne kadar Türkiye’de Büyük Strateji eksikliğinin kültürel bir sembolü olarak sunulan da, Türk kervanının hep yolda düzülmediği, bazen önceden düzüldüğü, bazen de yolda modifiye edildiği anlar olmuştur.
Türkiye Cumhuriyet tarihinde 6 defa olayları etkilemeye, mevcut durumdan arzu edilen duruma gitmeye çalıştı.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Balkan Antantı ve Sadabat Paktları her ne kadar yine bir gelişmeye tepki olarak doğsa da (ilkinde İtalyan tehdidi, ikincisinde Kürt ayrılıkçılığı) bölgesini şekillendirmeye, arzu edilen yeni bir bölgesel statükoya erişmeyi amaçladı. Montrö ve Hatay konularında Türkiye mevcut durumdan arzu edilen duruma geçebildi -tasarlayarak, kasıtlı olarak. Türkiye Batı ülkeleri ve SSCB arasında manevra alanını artıracak bir denge oluşturdu. Bu dengenin SSCB boyutu o kadar ilerledi ki Türkiye diğer ülkelerle yapacağı tüm yeni antlaşmaları SSCB ile ilişkilerine zarar vermeme şartına bağladı.
Menderes’in ABD güdümünde Orta Doğu’da Türkiye kontrolünde yeni bir düzen oluşturma çabası kendini Bağdat Paktı politikasında ve Orta Doğu’nun bölgesel Soğuk Savaş’ında bölgeyi Batı bloku lehine dizayn etmeye çalışmasında buldu. Süveyş Krizi, 1957 Suriye, 1958 Irak ve Lübnan Krizileri
Türkiye’nin bölgesel hakimiyet çabasıyla etkileşime girdi, sonunda Türkiye yenildi, Türkiye-İsrail-İran “Dış Üçgeni”ne yönelerek kayıplarını gidermeye çalıştı (Erdoğan’ın Arap Baharı yenilgisi sonrası günümüzdeki normalleşme çabalarına benzer şekilde). Balkan Paktı da ABD güdümünde bölgesel nüfuz artışı çabasının bir ürünüydü.
1965-1980 arasında 1971-73 arasını saymazsak Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit hükümetleri 1945- 1965 arasından büyük oranda saparak ABD’ye rağmen Haşhaş Ekimi, Kıbrıs, Üslerin Kapatılması, Orta Doğu’da ABD’ye rağmen Arap-İsrail savaşlarında Arapları desteklemek gibi Bağımsız eylemler yapabildi, SSCB ile ilişkileri Atatürk dönemindeki boyutuna yakınlaştırmaya çalıştı, 3. Dünya ülkeleri ve Arap ülkelerine ciddi bir açılım gerçekleştirerek İsmet İnönü ve Adnan Menderes dış politikalarının Kıbrıs konusunda izolasyona ulaştırdığı dış politikayı genişletip yeni ufuklara açmaya çalıştı. O kadar ki İnönü ve Menderes dış politikalarında Kıbrıs’ta Türkiye’nin karşısında yer alan 3. Dünya ve Arap ülkeleri Türk tezlerine sempatiden desteğe varan bir skalada politikalarını değiştirdi. Önceden Türkiye’yi caydırmaya çalışan SSCB bile Kıbrıs konusunda Türkiye’yi anlayışla karşılayıp ekonomik ilişkilerde kredi ve teknolojik destek sağladı.
Özal dış politikası Orta Asya ve Kafkasya açılımı (Türkiye’nin açılan Hacet Kapıları’ndan ne derece geçebildiği sonraki yazılarda incelenecektir) ile AET üyeliği konularında kasıtlı adımlar atarken, ABD güdümünde Orta Doğu dizaynına girişti, özellikle Körfez Savaşı’nda -Menderes ve Erdoğan dönemlerine çok benzer bir şekilde.
İsmail Cem dış politikası ilk dönem Demirel ve özellikle Ecevit dış politikalarına yeni ufuklar ekleyerek Balkanlar’da “istikrar”ın ötesine gidebilen, yoğun diplomatik temaslarla Yugoslavya’nın dağılması sürecini Türkiye lehine yönlendirmeye çalışan, Kosova’ya müdahil olabilen, Suriye’ye zorlayıcı diplomasi uygulayabilen, Irak’ta ABD’ye rağmen 2002 yılında Kuzey Irak’a girme planı yapabilen, Arap ülkeleriyle yakınlaşırken Filistin-İsrail sorununa çözüm arayan, Orta Asya ve Kafkasya’ya açılımın boyutlarını derinleştiren, Rusya ile Atatürk, Demirel ve Ecevit dönemlerine benzer yakınlıkta ilişkiler kollayan, 1997 Lüksemburg Zirvesi’ne davet edilmeyen Türkiye’nin 1999’da Helsinki’ye davet edilmesini sağlayan, ABD ile ilişkilerinde 1945-1965 döneminden saparak yine Batı öncelikli ama gerektiğinde Batı’ya rağmen de politika geliştirebilen bir geleneği oluşturdu.
Erdoğan dış politikası Menderes ve Özal dönemlerini fazlasıyla hatırlatıcı bir şekilde ABD güdümünde Orta Doğu dizaynına girişerek bölgesel hakimiyet kurmayı hedefledi, Cem’in Rusya, Balkanlar, AB üyeliği ve ilk 10 yıl (kısmen) Orta Doğu konularındaki politikalarını sürdürerek, kısmen de 2003 Tezkeresi, Büyük Orta Doğu Projesi ve Model Ülke Türkiye tezleriyle Cem’den saparken özellikle 2011 sonrasında Cem geleneğinden tamamen uzaklaşarak Menderes ve Özal geleneğine yakınlaştı. Erdoğan dış politikasının Menderes dış politikasına benzerliği de hem ABD güdümünde Orta Doğu dizaynının çökmesi, ABD ile ilişkilerin bozulup son dönemlerinde ikisinin de Rusya ile yakınlaşma çabasına girmesi, ve bölgesel dizayn çöktükten sonra İsrail ile yakınlaşmaları ilginç benzerliklerdir. ABD ile ilişkilerin gerilemesi ve Rusya ile yakınlaşma bağlamında da 1965-80 arası Demirel ve Ecevit dönemlerine benzemektedir.
Peki bu günlük sorunları çözmeye çalışmaktan öteye giden 6 kasıtlı politika Büyük Strateji düzeyinde midir?
Tilkiler, Kirpiler ve İnsanlar
Geleneksel Dış Politika olarak adlandırılan İnönü dönemi, 27 Mayıs, 12 Mart , 12 Eylül dönemleri ve 1991-1997 arası Demirel dönemi (ilk 3 Demirel dönemlerinden büyük ölçüde farklılaşan) dış politikaları; İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmak, özellikle Orta Doğu olmak üzere bölgesel olaylara karışmayıp mesafeli yaklaşmak ve Batı ile uyumlu öncelemek (Yeni Bir Dünya Kurulur Türkiye yerini alır istisnası hariç) gibi prensiplere rağmen Büyük Strateji düzeyine en uzak gelenek konumundalar.
Bu geleneklerden Menderes, Özal ve Erdoğan geleneği ABD güdümünde bölgesel hakimiyet ve prestij kazanma çabaları dolayısıyla Büyük Strateji düzeyi sayılabilir gibi gözükse de üçünün bölge dizaynının da uygulandıklarından 1-2 yıl içinde çökmesi dolayısıyla, fırsatlara verilen kısa vadeli amaçlar olarak uzun vadeli bir hedefleme olmadıkları ve insiyatiflerin Türkiye’den ziyade ABD insiyatifleri olmaları dolayısıyla Büyük Strateji düzeyine girmiyorlar.
Atatürk ile 1965-1980 Demirel ve Ecevit gelenekleri ise stratejik özerklik hedefini belirleyip büyük güçler arası denge politikası güderek 3. Dünya ile yakın ilişkiler kursalar da, bu hedef ve ilişkileri arzu edilen uzun vadeli varış noktalarına ulaşmaktan ziyade karşılaştıkları sorunları aşmada (İtalya tehdidi, Kürt ayrılıkçılığı, ekonomik yardım ve Kıbrıs) bir araç olarak görmeleri dolayısıyla Büyük Strateji düzeyine girmiyorlar. Atatürk dönemi daha uzun ve nüanslı olduğundan (Muasır Medeniyetler Seviyesi ve Yurtta Barış Dünyada Barış gibi ilk bakışta Büyük Strateji düzeyinde anlaşılabilecek amaç ve prensipler barındırıp Montrö ve Hatay gibi arzu edilen hedeflere erişilmesi gibi) tam olarak Büyük Strateji düzeyinde olup olmadığı sonraki yazılarda detaylıca ele alınacaktır.
Atatürk ile 1965-80 arası Demirel ve Ecevit dönemlerine çok benzeyen Cem geleneği Büyük Strateji olarak adlandırılabilecek tek gelenek gibi görünmektedir. Türkiye’nin mensubu olduğu 5 bölgede de mevcut durumdan arzu edilen duruma geçmeye çalışması, Rusya ile ABD arasında denge oluşturup AB üyeliğini stratejik hedef olarak canlandırıp dış politikaya “tarihsel sorumluluk” boyutunu getirmesi dolayısıyla Cem geleneği; Türkiye’nin uzun vadede büyük güçlere rağmen kendi politikasını uygulayıp, tarihsel ve kültürel aidiyete sahip olduğu 5 bölgede yoğun bir nüfuza sahip AB üyesi bir çok bölgeli bölgesel güç olma hedefini Büyük Strateji düzeyinde uygulamaya çalışmıştır.
Bir karşıolgusal tarih (Counterfactual History veya Niall Ferguson’ın deyişiyle Virtual History) denemesi yapalım. Türkiye’nin 7 yıl gündemini belirleyen Sovyet talepleri olmasa, 1945-1952 arasında, Türkiye’nin 25 yıl gündemini belirleyen Kıbrıs’ta Türklere zulüm olmasa özellikle 1964-1978, ABD ile krizler yaşanmasa, 1945 ile 1991 arasındaki 50 yılda Türk dış politikasında neredeyse bir meşguliyet kalmıyor. Tüm meşguliyetin bu 3 sonradan meydana gelip hesapta bulunmayan duruma harcanması Büyük Strateji’den uzak bir durumu gösteriyor. Soğuk Savaş sonrası Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkasya’da krizler yaşanmasa, Türkiye’nin bölgelere yönelik ikili ilişkilerdeki sorunlar hariç bir politikası ve karar alıcıların kafa yoracağı bırakın Büyük Strateji, Diplomatik, Ekonomik ve Askeri strateji düzeyinde bile gelişmeler olmuyor. Türkiye’nin kendi gündemini belirlemesinden ziyade gündemin (bahsedilen 6 istisna hariç) Türkiye’nin politikasını belirlediği bir tarihsel süreç var.
Toplamda 10’un altındaki stratejik düzeyde krizlere verilen tepkiler hariç stratejik düzeyde Türk Dış Politikası diye bir politikadan bahsedebilir miyiz? Yukarıda bahsedildiği gibi, 6 defa yapılan olayları etkileme denemeleri hariç bahsedemeyiz. Bu denemeler, Türk dış politikasını okyanusta hareket eden bir gemi olarak düşünürsek, geminin 1997-2002 dönemi hariç uzun vadede varmak istediği bir varış noktasının olmadığını, çoğunlukla dalgaların, rüzgarın ve kendisinden büyük veya küçük gemilerle yaşadığı etkileşim sonucu rotasını sürekli değiştirdiği, gittiği yönü kendisinin seçmediği, yönünü belirleyen değil yönlendirilen, aralarda kısa dönemli belirlenen 5 ve uzun dönemli belirlenen 1 rota girişimi hariç verdiği tepkilerle birbirinden tutarsız rota ve yönlere sürüklenen bir gemi olduğunu gösteriyor. Geleneksel Dış Politika’nın amentüsü kabul edilip en önemli kaynak olarak okutulan Baskın Oran’ın derlediği Türk Dış Politikası kitabı bile Türkiye’nin dış politikada ne tarihsel ne de kurumsal olarak orta veya uzun vadeli düşünme veya stratejik planlama yapma geleneğinin olmayışını büyük bir eksiklik olarak anlatmaktadır.
Isaiah Berlin’in Tolstoy’un tarih felsefesi üzerine yazdığı Tilkiler ve Kirpiler analojisinin terminolojisinden bakarsak durum daha netleşiyor. Berlin’de göre Kirpiler ormanda uzun vadeli hedeflerine gitmeyi düşünen vizyonlu ama bu hedefe gitmek için etrafına bakmayıp bataklığa saplanan hayvanlardır. Tilkiler ise ormanda tek amaçları bataklıklardan kaçmak olan, bunu başarabilen, ancak bataklıklardan kaçarken bir hedefe gitmekten ziyade bataklıkların yönlendirdiği birbiriyle alakasız yönlere gidebilip bataklığa batmamak için sadece yere baktıklarından amaçsızca ormanda dolaşan bazen de sadece batmayı önlemek için yere bakarken sonunda kendilerini daha büyük hayvanların karşısında bulup onlara yem olabilen hayvanlardır. Berlin’i Büyük Strateji’ye uygulayan John Lewis Gaddis’e göre ikisinin vizyon ve çevre kontrolü özelliklerini uzlaştırabilen canlılar ise insanlardır. Buradan bakınca Türk dış politikasının çoğunlukla bataklıklarla (krizlerle) karşılaşınca sadece yere bakıp batmamayı amaçladığı için ormanda tutarsız ve birbirinden alakasız bir yolculuk yapan, bazen de bu yüzden daha büyük hayvanların karşısına çıkan tilkileri anımsattığı söylenebilir (İkinci Dünya Savaşı bataklığına batmamak için alternatif seçenekler yerine ve Atatürk’ün önceden uyarmasına rağmen sadece yere bakarken ileride “Sovyet ayısıyla” ormanda karşılaşılabileceğinin öngörülememesi veya öngörülse bile önlenememesi gibi). Nispeten daha az görülen durumlarda da sadece hedefi düşünüp ileriye bakıp yere bakmadıklarından bataklıklara batan (Bağdat Paktı ve Arap Baharı gibi) bir kirpi görüntüsü var. İkisinin iyi yanını bağdaştırıp hedefe doğru ilerlerken bataklıklara batmayan insan davranışı çok nadir ve sadece İsmail Cem geleneğinde (Atatürk geleneği de eklenebilir ve bu geleneğin olaylara tepki mi verdiği yoksa arzu edilen uzun vadeli hedefe gitmeyi mi amaçladığı bağlamında daha detaylıca incelenecek) gözlemlenebiliyor.
Şimdilik sadece hedef kısmını kısaca ele aldığım Türkiye’nin Büyük Strateji sorununa çıkar, kaynaklar, ve araçlar eklendiğinde Türkiye’nin tüm boyutlar ışığında Büyük Strateji kriterlerini ne ölçüde karşıladığı daha iyi anlaşılacaktır. Kim bilir, belki de Türkiye’nin özgün geleneği Berlin’in Büyük Strateji’de Tilkiler ve Kirpiler sembolizmine Doğu ve Batı arasında bulunan eşsiz konumu simgeleyen çift başlı Selçuklu kartalı, şartlara uyum sağlamayı ve esnekliği simgeleyen Yıldırım Beyazıt’ın atı veya boyun eğmeyip hedefine dikkatlice ilerleyen Atatürk bozkurdu gibi bir stratejik sembol ekleyebilir.