Share This Article
Doğaçhan Dağı
Soğuk savaşın sona erdiği 1990lı yıllarda uluslararası kamuoyunun en önemli gündemlerinden biri “insani müdahale” meselesiydi. Hem Sovyetler Birliğinin dağılması Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyindeki kördüğümü çözmüş hem de uluslararası dengelerdeki ani değişimin etkisi ile dünyanın farklı noktalarında kanlı iç savaşlar patlak vermişti. Özellikle Ruanda (1994) ve Srebrenitsa’da (1995) işlenen insanlığa karşı suçlar uluslararası hukukun temel taşı olan milli egemenlik ilkesini tartışmaya açtı. İnsani müdahaleyi savunan hukukçular, akademisyenler ve siyasiler devletlerin veya despot liderlerin egemenlik kavramının arkasına sığınarak katliam yapmalarının önüne geçilmesi gerektiğini söylüyorlardı. Bu tartışmalar özellikle NATO’nun BMGK’nın olurunu almadan Kosova savaşına müdahil olması ile (1999) alevlendi. Önde gelen uluslararası hukukçular ise Kosova müdahalesini “kanunsuz ama meşru” buldu. Müdahale kanunsuzdu çünkü BMGK’nın dahli olmadan tek taraflı olarak gerçekleştirilmişti. Müdahale meşruydu çünkü Miloseviç önderliğindeki Yugoslav ordusu Kosovalı Arnavutlara karşı bir etnik temizlik düzenliyordu. İşte bu bağlamda, Kanada hükümetinin aktif desteği ile 2001 yılında bir grup hukukçu, akademisyen ve siyasi insani müdahaleyi hukuki bir temele oturtma amacı ile Koruma Sorumluluğu Doktrinini geliştirdi. Öncelikle geleneksel olarak devlet merkezli olan güvenlik anlayışını bireyi merkeze alarak yeniden tanımlamaya çalıştılar. Daha da önemlisi, milli egemenliği bir “sorumluluk” olarak yorumladılar. Yani, bir devlet ancak vatandaşının canını ve malını koruma sorumluluğunu yerine getirebiliyorsa egemenlik iddia edebilecekti. Devletin bu sorumluluğu yerine getirememesi durumunda ise sorumluluk uluslararası kamuoyuna geçecek ve BM önderliğinde acil bir müdahale öngörülecekti. Bu doktrin 2005 yılındaki BM konseyinde kabul edildiği gibi 2006 yılında da BMGK’dan geçti. Lakin, Koruma Sorumluluğu Doktrininin askeri boyutunun ilk ciddi uygulaması 2011’deki Arap Baharı sürecinde Libya’da Kaddafi ve muhalif gruplar arasında iç savaşın patlak vermesi ile yapıldı. BMGK 17 Mart 2011’de Rusya ve Çin’in çekimser kaldığı bir oylama sonucu 1973 numaralı kararını açıkladı. Kabul edilen metinde açıkça Koruma Sorumluluğu Doktrinine atıfta bulunuluyor ve Libya halkının insanlığa karşı işlenen suçlardan korunması için gereken bütün adımların atılması isteniyordu.
Geleneksel olarak Koruma Sorumluluğu Doktrinine çok daha şüphe ile yaklaşan Rusya ve Çin’in şaşırtıcı bir şekilde Libya iç savaşına insani müdahaleye veto haklarını kullanmamaları tarihi bir dönüm noktası olarak değerlendiriliyordu. Özellikle bu doktrinin gelişmesinde pay sahibi olanlar artık Koruma Sorumluluğunun uluslararası hukukta kabul gören bir norm olduğu konusunda hem fikirdiler. Ama ulaşılan bu konsensüs 19 Mart 2011’de NATO güçlerinin Kaddafi kontrolündeki Libya topraklarına başlattığı askeri operasyonlar ile çatırdamaya başladı. NATO askerleri 1973 numaralı BMGK kararının öngördüğü gibi uçuşa yasaklı bölge oluşturmak, her türlü mühimmatın Libya topraklarına ulaşmasını engellemek ve sivilleri korumanın çok dışına çıkıyordu. Onun yerine açıkça Kaddafi rejimine karşı savaşan muhalif unsurlarından yanında savaşa dahil olmuştu. NATO muhaliflere hem silah yardımı yapıyor hem de Kaddafi güçlerini sivil yerleşim yerlerinden kilometrelerce uzaklıkta olsalar dahi havadan bombalıyordu. Daha da dikkat çekeni, BMGK’nın 1973 numaralı kararında uluslararası kamuoyuna “ateşkesi sağlama ve can kayıplarını durdurma” çağrısı yapılmasına rağmen savaşın ilerleyen bölümlerinde NATO ve müttefikleri Kaddafi’nin ateşkes çağrılarını reddetti. Artık başta Amerikan hükümeti olmak üzere ileri gelen Batılı liderler Kaddafi’nin bütün meşruiyetini kaybettiğini ve gitmesi gerektiğini dillendiriyorlardı. Öyle görülüyordu ki askeri müdahalenin ana amacı sivilleri korumaktan çıkmış, rejim değişikliği halini almıştı. Bütün bunlar en başta NATO’nun askeri müdahalesine destek vermiş Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika gibi ülkelerin dahi tepkisini çekmişti. Rusya ve Çin gibi ülkeler ise hem resmî açıklamalar hem de devlet medyaları üzerinden Koruma Sorumluluğu Doktrininin ulvi bir amaçtan ziyade Batı dünyasınca kendi jeopolitik çıkarlarını güçlendirmek için kullanılan bir araç olduğunu dillendiriyordu. Artık özellikle Rusya ve Çin’de Koruma Sorumluluğu Doktrininin “Batı tarafından Batı için” gelişmemiş ülkeleri tahakküm altına almak için üretilen bir kavram olduğu fikri daha yüksek sesle dillendiriliyordu. Yani, Libya’ya NATO önderliğindeki insani müdahale Koruma Sorumluluğu Doktrini lehine uluslararası mutabakatı sağlamak şöyle dursun tam tersi doktrinin uluslararası desteğini zayıflattı.
Bütün bunların haricinde, Kaddafi’nin linç edilerek öldürülmesinin ardından yaşanan süreç bir dikta rejimine karşı da yapılsa dışarıdan bir askeri müdahalenin hiç iyi sonuç getirmeyeceğine dair olan algıyı da güçlendirdi. Gerçekten de Libya Kaddafi sonrası kelimenin tam anlamı ile bir “çökmüş devlete” evrildi. Birbiri ile rakip hükümetler, savaş ağaları, sayısız askeri çeteler, kanunsuzluk ortamı, radikal İslami gruplar ve gündelik temel insan hakları ihlalleri ile Libya Kaddafi dönemini aratır hale geldi. Savaşın üzerinden geçen 10 yıla rağmen Libya yeniden egemen bir devlet olmayı beceremedi. Bu 10 yılda hiçbir zaman merkezi bir hükümet kurulamadığı gibi Libya Rusya, Fransa, Türkiye ve Mısır başta olmak üzere birbiri ile rekabet içindeki ülkelerin serbestçe vekalet savaşları yaptığı bir toprak parçasına dönüştü. Şu an ise güneydeki bedevi kabilelerin kontrolündeki çöller hariç Libya iki farklı hükümet tarafından paylaşılıyor. Batı’da Trablus merkezli BM’nin tanıdığı hükümet güçlü, Doğu’da ise Bingazi merkezli Rusya ve Çin tarafından desteklenen bir hükümet güçlü. Ne var ki her ikisi de devlet olmanın gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmekten aciz.
Libya örneğindeki Koruma Sorumluluğu Doktrininin ve BMGK kararının kötüye kullanılmasının en önemli sonuçlarından biri de Suriye iç savaşına müdahalesizlik oldu. Suriye’de en az 250.000 ölü ve milyonlarca yurdundan edilmiş insan olmasına rağmen, hatta İŞİD gibi fanatik dinci bir oluşumun kök salmasına rağmen uluslararası kamuoyu insani bir müdahalede karar kılamadı. Başta Amerika olmak üzere Batılı devletlerce BMGK’ya sunulan tasarıları Rusya ve Çin sayısız defa veto etti. Batı devletleri Rusya ve Çin’i insanlığa karşı işlenen suçlara karşı kayıtsız kalmakla suçlarken Rus ve Çin tarafından ise Libya tecrübesi vetolarına gerekçe gösterildi. Örneğin, Rus dışişleri bakanı Lavrov bu konu hakkında konuşurken Rusya’nın Libya’dan acı dersler çıkardığını ve orada olanların Suriye’de tekrarlanmaması gerektiğini söylüyordu. Daha spesifik olmak gerekirse Rusya Batı dünyasının Suriye’de insani hedeflerden ziyade Libya’daki gibi rejim değişikliği hedeflediğinden emindi. Dahası, Batı dünyasında da Libya tecrübesinden sonra insani müdahale konusunda şüphecilik yükseldi ve dış müdahalenin yarardan çok zarara neden olduğu konusundaki düşünceler daha sık duyulmaya başladı.
Mart 2011’de umulanın aksine Libya’ya BM’nin onayı ile NATO önderliğinde yapılan askeri müdahale Koruma Sorumluluğu Doktrinini uluslararası alanda güçlendirmemiş, tam tersi hem ona olan güveni hem de onun etkinliğine olan inancı zayıflatmıştır. Bunun ana nedenleri koalisyon güçlerinin Libya’da BMGK’nın 1973 numaralı kararını defalarca ihlal etmesi ve Libya’nın NATO müdahalesinden sonra devlet olarak yok olmasıdır. Ayrıca, Libya müdahalesinden sonra Koruma Sorumluluğu Doktrini ciddi kredibilite kaybettiği için meşru olarak kullanılabileceği Suriye gibi vakalarda dahi kullanılamadı. Sonuç olarak, Libya tecrübesi insani müdahalenin kötü kullanılmaya müsait olduğunu, Suriye tecrübesi ise insani müdahalenin jeopolitik güç savaşlarından bağımsız olmadığını gösterdi.