Share This Article
26.09.2021
Nurzen Amuran’ın Büyükelçi (E) Numan Hazar ile Söyleşisi
Nurzen Amuran – Bu hafta okuduğum, aydınlandığım, bilgi dağarcığımı zenginleştiren bir kitaptan söz etmek istiyorum: ”DIŞ POLİTİKA ANILARI”. Emekli Büyükelçi Numan Hazar, görev yaptığı süre içinde gittiği ülkeleri ve o ülkelerle kurulan ilişkileri kaleme almış. Kitap, kuşkusuz dünya politikasıyla gizli bir mücadelenin nasıl ince ince ilmik ilmik bir zeka ile oluşturulduğunun kanıtı olmuş. Sözgelimi, kitapta Yazar’ın, ABD’de bulunduğu dönemlerde, Ermeni diasporasına karşı lobi faaliyetlerinin etkinliğini sağlayacak örgütlenme hazırlıkları ve alınan kararlar; klasik İngiltere ve Almanya ilişkilerindeki çıkar çatışmaları, yol açtığı sorunlar; İslam ülkeleriyle yürütülen ilişkilerdeki denge; Afrika ülkeleriyle başlatılan işbirliği çalışmalarının ince ayrıntıları ele alınmış. Kitabı okuduktan sonra “Monşer” olmanın kolay olmadığını görüyorsunuz. Sayın Numan Hazar bu hafta konuğumuz.
Sayın Hazar, bugün sizinle dünyayı ve Türkiye’yi konuşalım istiyorum. Önce kitabınızdan birkaç anekdot üzerinde duralım. Daha sonra bugüne dönelim. Anılarınızda benim ilgimi çeken bölümlerden en önemlisi İslam ülkeleriyle yürütülen ilişkilerde dengeyi korumak için verdiğiniz çaba. Afrika göreviniz sırasında yaşadıklarınız benim merak ettiğim pek çok sorunun yanıtını içeriyor. Elbette en gururlandığım konu ise Mustafa Kemal Atatürk’e duyulan hayranlığın Afrika ülkelerindeki yansıması.. Atatürk’ün kendi döneminde inşa ettiği dünyada barış ve özgürlük idealinin meşalesini, bugüne kadar sizler Dışişlerinde görev alanlar olarak söndürmediniz. Dış politikanın emek isteyen hedeflerini korumak ve sürdürmek, günlük siyasetin malzemesi olmaktan çıkarmak, Türk devleti adına karar vermek, ülkenin geleceği için önemli. Kitabınız bir kez daha düşündürmeli karar vericileri. Monşer söyleminin önemi üzerinde durmuştum. Anılarınızdan yola çıkarak bugüne gelelim: Cumhurbaşkanı Vekili Çağlayangil’in ‘Monşer’ söylemiyle ilgili sözleriyle başlayalım sohbete. Neydi o açıklamalar?
Numan Hazar – Cumhurbaşkanlığında çalıştığım dönemde kendisini yakından tanıdığım 6. Cumhurbaşkanımız Fahri S. Korutürk önemli ve değerli bir devlet adamı idi. Öte yandan, onun 6 Nisan 1980 tarihinde görevini tamamlamasından sonra 12 Eylül 1980 tarihine değin Cumhurbaşkanı Vekili İhsan Sabri Çağlayangil’in Özel Kalem Müdürü olarak görev yapmıştım. Uzun yıllar Dışişleri Bakanı olarak görev yapmış, engin deneyime ve gerçek bir devlet adamı niteliklerine sahip olan Çağlayangil, bu görevi sırasında maiyeti ile ara sıra sohbetlerde de bulunurdu. Bu sohbetlerden birinde, Dışişleri Bakanı iken, Adalet Partisi Senatör ve Milletvekillerinin Büyükelçilerimizin ve kariyer diplomatlarımızın ailelerinin belirli bir zümreye mensup oldukları yolunda kendisine şikâyette bulunduklarını söylemişti. Bunun üzerine Bakanlık Personel Genel Müdürünü çağırarak kendisinden tüm diplomatlarımızın babalarının meslekleri hakkında bir rapor verilmesini istediğini ifade etmişti. Sonuçta kendisine sunulan raporda tüm Büyükelçi ve diplomatlarımızın babalarının işçi, kır bekçisi, bakkal, memur, subay, özel sektör mensubu olduğu gibi Türk toplumunun tüm tabakalarını temsil ettiğini gördüğünü, kariyer diplomatlarımızın liyakat ve ehliyet esasına göre sıkı bir eleme sürecinden geçerek seçilmiş olduklarını saptadığını ve bu bilgileri Partisinin Senatör ve Milletvekillerine ilettiğini ve o dönemde diplomatlarımız hakkında “monşer” söyleminin durmuş olduğunu vurgulamıştı.
Amuran – Evet bu güzel anıdan sonra başlayalım dünya turuna. Afganistan’daki gelişmelerden sonra Siyasal İslam üzerindeki tartışmalar yoğunlaştı. Kitabınızda görev yaptığınız Afrika’daki ülkelerin dine bakışları dikkatimi çekti. Sözgelimi Lagos iyi bir örnek. 1995 yılında Lagos Büyükelçisi olarak Afrika’da görev yaptığınız yıllarda dinler arası denge nasıl sağlanmış ve laiklik nasıl uygulanmıştı? O dönemde Afrika ülkelerindeki İslam anlayışıyla Ortadoğu’daki anlayış aynı mıydı?
Hazar – Afrika ülkeleri ile Ortadoğu’daki İslam anlayış ve uygulamalarında farklılıklar vardır. Bu kapsamda Afrika ülkelerinde geleneksel özelliklerin de öne çıktığı gözlemlenmektedir. Bu fark özellikle Siyah Afrika’da görülmektedir. Siyah Afrika ülkeleri laik anayasalara sahiptirler. Bu ülkelerde Müslüman, Hıristiyan ve ruhlara tapan çeşitli inançların ve etnik grupların var oluşu bunu zorunlu kılmaktadır. Arap Afrika ülkelerinde de durum Ortadoğu’ya benzer özellikler taşısa da bazı farklar mevcuttur.
Amuran – Ancak Kuzey Afrika’da yayılan Müslüman Kardeşlerin siyasal egemenliği uzun süre baskın çıktı. Bu açıdan Fas’taki seçim sonuçları çok önemli. Anayasal monarşiyle yönetilen Fas, son seçimlerde Müslüman Kardeşlerin uzantısı olan Adalet ve kalkınma Partisi AKP’nin 10 yıllık iktidarına son verdi. 8 Eylül de yapılan seçimlerde AKP’nin milletvekili sayısı 125 ten 12 ye düştü. Bu sonuca ulaşılması kadınların başarısı olarak görüldü. Son yıllarda Müslüman Kardeşlerin egemenliğinin bütün dünyada zayıflaması, Mısır ve Tunus’taki gelişmeler İsrail’e dönük yaklaşımlar da seçimleri etkilemiş olabilir mi?
Hazar – Fas’ta iktidar partisinin seçimi kaybetmesi uzun süre iktidarda kalmanın doğal sonucu olan yıpranmaya ek olarak ekonomik sorunlar, yolsuzluk, adam kayırma gibi yakınmaların da sonucu olmuştur. Bu bağlamda Arap ülkelerini değerlendirirken bazı özelliklere değinmek gerekmektedir. Bilindiği gibi bir ülkede demokrasinin, bilim ve teknolojide ilerlemenin yerleşmesi ve gelişmesi için laiklik, özgür düşünce, kuvvetler ayrılığı ve hukuk devleti gibi temel öğelerin bulunması zorunludur. Ancak, özel durumu olan Lübnan dışında, Arap ülkelerinin hiçbirinin Anayasasında laiklik hükmüne yer verilmemiş, yasamanın temel kaynağının şeriat olduğuna göndermede bulunulmuştur. Bunun sebebi de İslam ile Arap milliyetçiliğinin özdeş görülmesidir. Bu duruma karşın birçok Arap ülkesinde laik uygulamalar mevcuttur. Yalnız Kuzey Afrika’da değil, Suriye ve Irak’ta da bu özellik gözlemlenmektedir. Ayrıca mezhep farklarının ve Hıristiyan Arapların mevcut olduğu da dikkate alınmalıdır. Bu kapsamda birkaç kez gittiğim Fas’ta edindiğim deneyimden söz etmek istiyorum. Mısır ve Cezayir’de olduğu gibi Fas’ta da önemli aydınların var olduğunu görmüş ve bunlardan önde gelenleri tanımıştım. Örneğin Faslı Filozof Mohammed Abed Jabri akılcı bir filozof olup, kimileri Arap dünyasının Descartes’ı olarak kendisini tanımlamaktadır. İslam’da laiklik ve demokrasinin var olduğunu savunmuştur. Faslı sosyolog Fatima Mernissi İslam ile demokrasinin bağdaştığını kitaplarında açıklamıştır. Bir diğer Faslı düşünür Abdou Filali-Ansary İslam’ın laikliğe karşı olmadığını yazdığı bir kitapta vurgulamıştır.
Amuran – Tunus’a geçelim. Tunus’ta yaşanan, kimilerine göre darbe kimine göre Cumhurbaşkanına tanınmış Anayasal yetkiyle Hükümetin yönetimden el çektirilmesi, Müslüman Kardeşlerin Tunus uzantısı olan El Nahda’nın pasifize edilmesi Kuzey Afrika için ne ifade ediyor?
Hazar – Tunus’taki duruma gelince, her şeyden önce şunu belirtmek istiyorum. Demokrasi çok uzun bir süreçtir. Tarihsel deneyim ışığında kimi zaman yüz yılı aşkın bir süre, kimi zaman da on yıllar gerekmektedir. Ülkenin ekonomik refahı, eğitim düzeyi ve kültürel yapısı ile bağlantılı bir durum söz konusudur. Demokrasinin tam anlamı ile gerçekleşmesi sancılı bir süreç olduğu gibi zaman da almaktadır. Tunus’taki duruma bu gözle bakmak zorunludur. Ben kişisel deneyimlerime dayanarak Tunus’un ülke ve halk olarak diğer Arap ülkelerine göre demokrasinin yerleşmesi açısından daha elverişli ve avantajlı bir konumda olduğunu düşünüyorum.
Amuran – Afrika’dan Avrupa’ya geçelim. Siz bir süre Bonn’da görev yaptınız.. Almanya yeni şansölyesini seçiyor. Federal Meclis’in yeni üyeleri belirleniyor. Almanya – Türkiye ilişkileri önemli. Son anketlerde önde görülen SPD’nin Eş Genel Başkanı Norbert Walter Borjans,”Bugün Türkiye’de düşünce özgürlüğü ve demokrasiden yana olanlara karşı hiç de adli olmayan bir durum var… Kardeş parti Sosyal Demokratlar da dahil siyasi faaliyetler engelleniyor” diyor. Ama diyalog yolunun önemine de değiniyor ve “görüşmeleri durdurmanın bir mantığı yok. Sorunlara sadece konuşarak çözüm bulunabilir” diye ekliyor. Almanya – Türkiye ilişkilerinde bir bahar havası bekliyor musunuz?
Hazar – Almanya ile Türkiye arasında özellikle iki Almanya’nın birleşmesinden sonra önemli sorunlar baş göstermiştir. İnsan hakları eleştirileri, bununla bağlantılı savunma malzemeleri konusunda uygulanan ambargolar, kamuoyunun, medyanın ve kimi siyasetçilerin PKK eylemlerine sempati ve desteği bunlar arasında zikredilebilir. Almanya’da yaşayan Türk azınlığı ve entegrasyon ile ilgili sorunlar da mevcuttur. Tüm bu tabloya karşın, şu hususu vurgulamak gerekmektedir. Türkiye ve Almanya biri birine dost iki ülkedir. Kültürel farklılıklara karşın ekonomik, siyasi ve turizm dâhil tüm açılardan biri birine bu kadar yakın başka iki ülke var mıdır bilmiyorum. Türk-Alman karma evlilikleri de sayıca başka örneği bulunmayan bir olgudur. Almanya’daki yeni siyasal gelişmeler ışığında iki ülke ilişkilerinde bir bahar havası beklemek fazla bir iyimserlik olur, ancak karşılıklı anlayış ve diyalogun Türk-Alman ilişkilerinde mevcut sorunların çözümünde her zaman yardımcı olduğu kuşkusuzdur. Esasen iki ülkenin karşılıklı çıkarları da bunu gerektirmektedir.
Amuran – Bizi de derinden etkileyen mülteci sorununda mülteci kabul eden ülkeleri daha fazla desteklemek ve sorumluluğun paylaşılması gerektiği ifade ediliyor. Lehimize karar alma süreçleri yaşanır mı?
Hazar – Federal Almanya tarafından gelen mülteciler sorununda destek ve yük paylaşımı konusundaki beyanları olumlu karşılamak gerekmektedir. Ancak bu beyanların uygulamada gerçekleşmesini görmek gereklidir. Mülteci sorunu insan hakları sorunsalı ile bağlantılıdır. Bununla birlikte yük paylaşımı da aynı derecede önemlidir. İnsan hakları sorunlarına vurgu yapan ülkelerin bu sorunun tüm yükünü mülteci akımına mâruz kalan cephedeki ülkelere bırakması anlaşılamaz ve kabul edilemez. Gelişmiş ülkelerin bu alanda ciddi sorumlulukları mevcuttur.
Amuran – Federal Almanya seçimlerinin sonuçları Avrupa Birliğinin geleceğini etkiler mi, Merkel’den sonra dönem başkanlığını yürütecek olan Macron, aynı başarıyı yakalayabilir mi?
Hazar – Almanya’daki seçim sonuçlarının bu aşamada Avrupa Birliği üzerinde kısa dönemde bir etkisi olacağını düşünmüyorum. Avrupa Birliği başlangıç aşamasında Fransa ve Almanya arasında yakınlaşma suretiyle Avrupa’da barışın ve ekonomik refahın gelişmesi esasına dayanmıştı. Macron’un da aynı çizgide yürüyeceği kuşkusuzdur.
Amuran – Tunus’ta Fas’ta ve Avrupa’ da ki son seçimlerde kadınların başarısı, Afganistan’da Taliban’a karşı kadınların başkaldırışları, dünyada enerji çevre ve kadın haklarına karşı duyarlılık giderek yükseliyor. İngiltere, dış politikasını ikinci kez bir kadın Bakana Liz Truss’a teslim ediyor. ABD’nin Başkan yardımcısı da bir kadın. Şu anda Almanya’daki Yeşiller Partisinin kadın adayı olan Annalena Baerbock (40) için, “Avrupa ülkelerinde önemli siyasi kademelere gelen genç ve kadın siyasetçi trendini simgeliyor” deniliyor. İnsan hakları açısından bütün bunlar bir değişimin habercisi olabilir mi?
Hazar – Kadın hakları konusunda tüm dünyada bir duyarlılık mevcut olduğu bilinmektedir. Özellikle son gelişmeler ışığında Afganistan’da Taliban’ın olası uygulamaları dikkatle izlenmektedir. Aslında bir ülkede, bence, gelişmişlik düzeyi kadın haklarına verilen önem ve kadınların toplum yaşamına katılmaları oranı ile ölçülmelidir. Bu bağlamda İskandinav ülkelerinde ve Federal Almanya’da kadın milletvekillerinin sayısının yüksek olması hep dikkatimi çekmişti. Bir toplumun yarısını oluşturan kadınların şiddete bağımlı tutulması ve toplumsal yaşamın dışına itilmesi asla kabul edilemez. Mesleki deneyimim ışığında kadınlara yönelik ayrımcılığın ve ayrıca ırkçılığın bilimsel açıdan geçerli bir yönünün asla mevcut bulunmadığına inanıyorum. Kadınların bilimde, sanatta, politikada ve toplum yaşamının her kesiminde önemli roller üstlenmiş olduklarını gözlemliyoruz. Aynı şekilde siyah Afrikalı birçok aydının, bilim insanının, sporcuların ve edebiyat ile güzel sanatlar alanındaki yeteneklerin de uluslararası düzeyde dikkat çektiklerini biliyoruz.
Amuran – 2001 yılında Strazburg’daki Avrupa Konseyine daimî temsilci/ büyükelçi olarak atanmıştınız. Daha önceki yıllarda insan hakları dahil Avrupa Konseyinin alanına giren konularla ilgili çalışmalarınız da olmuştu. AİHM’nin ne denli önemli olduğunu yakından biliyorsunuz. Neler diyeceksiniz?
Hazar – Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AIHM), Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde (AIHS) ve ona ek Protokollerde yer alan hak ve özgürlüklerin Avrupa Konseyi’ne üye ülkelerde uygulanmasını denetim amacını taşıyan bir mekanizmadır. Türkiye, Avrupa Konseyi’nin kurucu üyesi olduğu gibi Sözleşmeye taraf olarak Mahkemenin yargı yetkisini ve Mahkemeye bireysel başvurular yapılmasını kabul etmiştir. Bir başka deyişle Sözleşmede yer alan hak ve özgürlüklerden birinin ihlali durumunda bireyler AİHM’ne başvurabilirler. Ancak bunun için tüm iç hukuk yollarının tüketilmiş olması gerekmektedir. Türkiye’de yargı sürecinin, bir başka ifadeyle Mahkeme, Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi aşamalarından ve yargı merciinin son kararından sonra vatandaşlarımızca AİHM’ne başvuru yapılabilmektedir. Sonuçta AİHM, bu başvurularla ilgili olarak üye ülke aleyhinde ‘’ihlal’’ kararı alabilmektedir. Duruma göre başvuruyu ‘’kabul edilemez’’ bulmaktadır. Bazen de ilgili ülkeye ‘’dostane çözüm’’ formülü önermektedir. Dostane çözümün ilgili ülke ile birey arasında gerçekleşmesi halinde ihlal notu işlenmemektedir. İhlal kararı ile AİHM, ilgili hükümetin bireye belirlenen miktarda bir tazminat ödemesi kararı almaktadır. Strazburg’ta görev yaptığım sırada Türkiye, aleyhinde ihlal kararı alınan ülkelerin en başında yer alıyordu. Bu durum da Türkiye’de insan haklarına saygı gösterilmediği görüntüsünü yaratıyordu. Benim Avrupa Konseyi nezdinde Daimî Temsilci olduğum dönemde AİHM Başkanı, Yardımcısı ve diğer üye ülkelerin yargıçları ile yakın temaslarımız oluyordu. Bu temaslarımızda AİHM bu konuda bize yardımcı da olmak istiyordu. Zira Türkiye’den binlerce başvuru, Mahkemenin iş yükünü bir hayli artırıyordu. AİHM Başkanının bize önerileri şöyleydi:
“-Uygulamada milli yargıçlar, AİHS’ni dikkate almalıdır. Zira AİHS Türkiye’de kanun hükmündedir. Ancak bunun yapılmadığını, ilk mahkeme kararının Yargıtay’dan ve ardından son süzgeç olan Anayasa Mahkemesinden geçtikten sonra AİHM’ye intikal ettiğini gözlemliyoruz. Oysa vatandaşların, ilk aşamada mahkemelerde, ülkenizde kanun hükmündeki AİHS’ni ileri sürmek, hukuki deyimi ile dermeyan etmek olanağı vardır. AİHS’nin tüm bu süreçte uygulanmasının Türkiye’yi, AİHM’nin kendisi hakkında çok sayıda ihlal kararı vermesini önleyecektir.
– Ayrıca hükümetiniz aleyhinde ihlal kararı çıkmaması için Türkiye’de yasama organının AİHS ile çelişen mevcut yasalarda değişiklik ve düzeltmeler yapması da uygun olacaktır. ‘’
Tüm bu unsurlara karşın AİHM’nin zaman zaman Türkiye aleyhinde hukuki olmayan, tamamen siyasi kararlar aldığını da gözlemlemiştim. Bunun en büyük örneği Kıbrıslı Rumların Türkiye aleyhinde yaptığı devlet başvurusu ve taşınmaz mallar ile ilgili başvurulara ilişkin kararlardır.
Amuran – Türkiye’nin dış politikasına dönersek bir takım değişimler göze çarpıyor. Çatışmacı söylemlerden uzaklaşılmaya başlandı. Uzunca bir dönem Mısır’la yürütülen gerilimli süreç bırakıldı. Hatta İhvan’ın Türkiye’deki çalışmaları durduruldu. Birleşik Arap Emirlikleri’yle (BAE) ilişkilerde normalleşme adımları atılmaya başlandı. Suriye ile bir diyalog da bekleniyor. Bu yakınlaşmalar öncelikle hangi sorunların çözümüne katkı sağlar?
Hazar – Suriye ve Mısır ile gerçekleşmekte olan normalleşme süreci kuşkusuz olumludur. Bu gelişmenin bölge barışı üzerinde olumlu sonuçları olacaktır. Ayrıca Türkiye’nin karşılaşmış olduğu terör sorunu ve Doğu Akdeniz’deki çıkarlarının korunması bağlamında da önemli sonuçlar doğuracaktır. Türkiye her zaman komşuları ile mevcut sorunların barışçı yöntemle ve diyalog yolu ile çözümlenmesinden yana olmuştur. Gerek Yunanistan gerek Kıbrıs gerekse Ortadoğu ile ilgili sorunlar açısından bu yaklaşım faydalı olacağı gibi ulusal çıkarlarımızın korunması açısından bu tutumumuzun önemli olduğu kuşkusuzdur.
Amuran – Ege, Akdeniz, Kıbrıs sorunlarında Yunanistan’la kurulacak diyalog sürecinin ne gibi faydaları ve sonuçları olabilir?
Hazar – Yunanistan ile diyalog sürecinin önemli olduğu konusunda tarafımızdan her zaman vurgu yapılmaktadır. İki ülke arasında mevcut sorunlar çözümlenemez nitelikte değildir. Türkiye ve Yunanistan, aralarındaki sorunları barışçı yöntemlerle ve diyalog yolu ile çözmek için gerekli olgunluğa ve uygar bir yaklaşıma kuşkusuz sahiptir. Bu her iki ülkenin çıkarı gereğidir. Komşu iki ülkenin böyle bir yaklaşım benimsemesi akılcılıkla da bağdaşmaktadır. Ancak Yunanistan’ın zaman zaman başvurduğu ABD ve AB desteğini arkasına alarak Türkiye aleyhinde haksız kazançlar elde etme çabalarından vaz geçmesi zorunludur. ABD ve AB’nin de bu alanda Yunanistan’ı özendirmekten kaçınması gereklidir. Böyle bir yaklaşım dünya barışı ve bölgesel barış için ön koşul niteliğindedir.
Amuran – BM’lerde liderler Zirvesi toplandı.. Bugün dünya düzenini bekleyen ne gibi sorunlar var? Genel bir değerlendirme yapar mısınız?
Hazar – Her şeyden önce şunu görmek gerekmektedir. Bugünkü dünya düzeninde ciddi sorunlar vardır. Adil bir düzenin varlığından söz edilemez. Birleşmiş Milletler istatistiklerine göre dünyada insanlarının kişi başına l dolar veya 2 dolar günlük gelire sahip olduğu ve toplam nüfusu milyarlara varan çok sayıda ülke var. Bir avuç Amerikalı milyarder çok sayıda ülkeden daha varlıklı. Gelişmiş ülkelerle geri kalmış ülkeler arasında gelir düzeyi bakımından yalnızca dengesizlik değil bir uçurum mevcut. Bugün dünyada var olan sorunlar az gelişmişlik, insan haklarına saygı ve demokrasinin mevcut olmayışı, ekonomik problemler, iç etnik çatışmalar, bölgesel sorunlar, soykırım, mülteci ve göç sorunları, terörizm, insan kaçakçılığı, uyuşturucu ticareti, silah kaçakçılığı, silahlanma şeklinde özetlenebilir. Bunlara ek olarak küreselleşmenin yarattığı sorunlar da vardır. Küreselleşme zengin ulusların daha da varlıklı olmasına yol açarken, yoksul ülkelerin daha da yoksullaşmasına ve küreselleşmenin avantajlarını elde edememesine yol açmaktadır. Uluslararası ticarette de dengesizlik ve adalete aykırı bir düzen mevcut olup gelişmiş ülkelerin lehine avantajlar vardır. Kalkınmakta olan ülkelerin avantajlı olduğu tarım, tekstil ve hizmetler sektöründe gelişmiş ülkeler ayırımcılık yapmaktadır. Uluslararası ekonomik ilişkilerde liberalizasyon ve özelleştirmeyi savunan ve başka ülkelere empoze eden gelişmiş ülkeler, iş kendilerine gelince tüm bunları göz ardı etmektedir. Bu bakımdan dünyada adil olmayan bir düzen vardır. Birleşmiş Milletler Teşkilatı, savaş sonunda uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması amacıyla kurulmuştur. Ancak BM’nin bu ihtiyacı karşılayıp barış ve güvenliği gerçekleştirdiğini söylemek mümkün değildir. Bunda BM Güvenlik Konseyi’nin daimî üyelerinin büyük ve ciddi sorumlulukları olduğunu söyleyebiliriz. Bu gerçeği anlamak için uzun yıllardır çözüme kavuşturulamayan dondurulmuş sorunların varlığına göz atmak yeterlidir. Bu sorunlar Filistin, Keşmir, Kıbrıs ve Karabağ gibi bölgesel barışı ve dünya barışını tehdit eden sorunlardır. Bu sorunların çözümsüzlüğünde Güvenlik Konseyinin kimi daimî üyelerinin hak, hukuk ve adalet ilkelerini gözetmeden kendi uygarlıklarından olduğunu düşündükleri ülkelere arka çıkmalarının etkili olduğunu söylemek gerekmektedir. Ortadoğu’da İsrail’in, Karabağ’da Ermenistan’ın saldırganlığına hangi ülkelerin göz yumduğunu ve arka çıktıklarını biliyoruz. Kıbrıs, Ege sorunları ve Doğu Akdeniz’de özellikle Batı ülkelerinin şımarık çocukları Yunanistan’ın uluslararası hukuka aykırı tutum ve davranışlarına ses çıkarmadıklarını gözlemliyoruz. Amerikalı siyaset bilimci Samuel P. Huntington’un ortaya attığı uygarlıklar çatışması tezinin doğruluğunu adeta haklı gösteren ve uygarlıklar arası diyalog yaklaşımına ters davranışları olan Batı’nın yaklaşımını ibretle izliyoruz. Uluslararası terörizm konusunda tepkili olan kimi Batı ülkelerinin işlerine geldiğinde kimi terörist gruplara sessiz kalmak bir yana onları desteklediklerini de gözlemliyoruz. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra belirli bir amaçla ortaya atılan ve ortak düşman olarak komünizm yerine İslam’ı koyan uygarlıklar çatışması tezinin, İslam ile terörü özdeş olarak vurgulamak suretiyle gelişmiş ülkelerin uluslararası düzendeki avantajlarını sürdürmesine ve diğer ülkelerin enerji kaynaklarını istismar etmesine yönelik olduğu yolunda değerlendirmeler de yapılmaktadır. Esasen Batı ile İslam Dünyası arasında, özellikle uygarlıklar arası diyalog alanında, konumu bakımından Türkiye’nin önemli bir rolü de mevcuttur. Son olarak tüm bu uluslararası sorunların çözümü alanında Batı’nın ve diğer sömürgeci ülkelerin ve günümüzde de neo-emperyalizmi uygulayan ülkelerin ciddi yükümlülükler üstlenmelerinin gerektiğini de vurgulamalıyız. Zira bu sorunlar bumerang etkisiyle özellikle mülteci hareketleri ve terör şeklinde onlara da yönelik olmaktadır.
Amuran – Bu açıkladığınız zor ortamda dış politikamızda kırmızı çizgilerimiz ne olmalı, ne olmamalı? Deneyimli bir dış politika uzmanı olarak duyarlı olmamız gereken konular neler size göre?
Hazar – Türkiye’nin dış politikada kırmızı çizgilerini ulusal çıkarları belirler. Esasen dış politikanın temelini de ulusal çıkarların korunması oluşturur. Bu çıkarlar esas itibariyle güvenlik ve ekonomik çıkarlardır. Güvenlik deyince ülke bütünlüğü, sınır güvenliği ve terör ile mücadele önem taşımaktadır. Ayrıca uluslararası planda Türkiye’nin ekonomik ve ticari çıkarlarının da korunması zorunludur. Bu bağlamda Türkiye Ege denizinin bir Yunan gölüne dönüştürülmesine asla izin veremez. Doğu Akdeniz’deki çıkarlarından özveride bulunup Antalya körfezine hapsedilmeyi asla kabul edemez. Türkiye’nin uluslararası hukuka ve hakkaniyet ilkelerine aykırı durumlara tüm gücüyle karşı çıkması kaçınılmazdır. Kıbrıs Türklerinin egemenlik haklarının göz ardı edilip Kıbrıs’ın bir Yunan adasına dönüştürülmesini de asla kabul edemez. Tüm bu hususlar Türkiye’nin siyasi, stratejik ve ekonomik çıkarları açısından yaşamsal nitelik taşımaktadır. Tüm bu gerçekler ışığında Türk milletinin dış politika sorunları karşısında bir bütün olarak hareket etmesi, gerek ekonomik gerek askeri açıdan güçlü olması ve Türkiye’nin, ülkemize tarihte yönelik tüm tehditlerin büyük ölçüde denizlerden geldiğini de dikkate alarak, özellikle denizlerimizde güçlü olmaya ağırlık vermesi zorunluluk olarak önümüze çıkmaktadır.
Amuran – Üç tarafı denizle çevrili ülkemizin en büyük zenginliği de bu denizlerdir. Sizinle kısa bir ufuk turu yaptık. Çok teşekkürler.
Hazar – Ben teşekkür ederim.
Nurzen Amuran
Odatv.com