Share This Article
Bengi Şinik
Avrupa Birliği konusunda Türkiye’yi zor kararlar bekliyor. Avrupa Parlamentosu geçtiğimiz günlerde 2022 Türkiye Raporu’nu onaylayarak güncel koşullarda Türkiye ile üyelik müzakerelerinin yeniden başlatılamayacağı önerisinde bulundu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da AB’nin Türkiye ile yolları ayırmak mı istediğini sorarak Türkiye’nin gerekirse AB sürecini sonlandırabileceğini açıkladı. Üstelik Vilnius Zirvesi’nde Türkiye’nin AB hedefini yinelemesinin üzerinden uzun zaman geçmemişken. Bu tavır değişikliği bir hayal kırıklığının yarattığı bir yol ayrımına mı gelindiği sorusunu günlerdir Türkiye’nin gündemine getirdi. Çok acil bir yol ayrımı yoksa bile, bu yol ayrımına gelindiğinde Türkiye böyle kritik bir yol ayrımında ne yapılmalı? Hangi yoldan yürünmeli? Geleceğe yönelik bu soruya karar alma süreçlerinin en etkili yöntemi olan “Applied History” ışığında yanıt arayalım. Applied History bir karar alıcının karar anında karşılaştığı zorluğa ve geleceğin belirsizliğine karşı tarihteki benzer ve karşılaştırabilir örneklere dayanarak, geçmişten ders alarak, en iyi kararı vermesine yardımcı olmaya dayanıyor. Kökeni Thucydides’e kadar uzansa da, günümüzde özellikle dünyanın en önemli tarihçilerinden Profesör Niall Ferguson ile özdeşleşen bir yöntem. Konunun önemi ve Büyük Strateji düzeyinde kararlar verilmesi gerektiğinden, bu yazıda AB konusunun sınırlarında kalarak, bu konuda kendi önerilerimi ayrı bir yazıda ve diğer stratejik alanlarla ilişkilendirerek sunacağım. Bu yazıda, bu konuda benden çok daha iyi öneriler sunabilecek birinin, Cumhuriyet tarihinin en başarılı dışişleri bakanı (1997-2002) sayılan, AB konusunda Türkiye’ye dağları aşırtıp Atatürk’ten sonra Cumhuriyet tarihinin Büyük Strateji düzeyinde düşünüp karar veren çok nadir devlet insanlarından olan İsmail Cem’in, yaşarken yaptığı hamleler, tahliller ve sunduğu önerilere bakarak bugün hayatta olsa sunacağı öneriler üzerinden ilerleyeceğim.
Gelin önce İsmail Cem’in 1999 ve 2004 arasını, özellikle de 1999-2002 arası ile 2002 sonrasını nasıl tahlil ettiğine bakalım.
Cem’e göre 2004 yılında Türkiye müzakerelere başlama tarihi alırken Avrupa Birliği’ne üyelik müzakerelerinin ilk düğmesini yanlış ilikledi. Yanlış iliklediği için de bir “path dependency”, yani alınan bir kararın geleceği diğer alternatif gelecek ihtimalleri aleyhine kalıcı ve değiştirilmesi çok zor bir şekilde belirlemesi durumu oluştu. Cem’e göre: “1999 Aralık Helsinki Zirvesi ve 2000 yılı Katılım Ortaklığı Belgesi ile, ‘7 Ekim 2004 Türkiye Raporları’ ve ‘17 Aralık 2004 Brüksel Zirvesi’ arasında Türkiye-AB ilişkilerinin geçirdiği değişim ilginçtir ve önemlidir. Türkiye’nin, 1999-2002 dönemindeki kazanımlarını, AB, 2003’te ve özellikle 2004’te büyük ölçüde geri almıştır.”
Cem’e göre bu geri almanın temelinde Türkiye’nin 2002 öncesi AB’ye kabul ettirdiği 4 temel ölçütte de AB’nin 2004 Brüksel Zirvesi’nde kabul ettiklerini geri alması ve dönemin Türk hükümetinin bu geri alımlara ses çıkarmayıp kabullenmesi yatmaktadır:
“AB ile ilişkilerinde Türkiye açısından birincil önem taşıyan ölçütler: a- Üyelik sürecinin güvenilir ve kesin, geri dönülmez olması; b- Adaylar arasında eşitliğin korunması; c- Kıbrıs konusunun hukuki önkoşula dönüşmemesi; ve d- AB hukukunda bulunmayan bir azınlıklar sorunu yaratılmamasıdır.”
Cem’e göre bu 4 ölçütte de Türkiye’nin kazanımlarını kaybetmesine sessiz kalınması Türkiye’nin AB üyelik sürecini, belki de daha başlamadan, olumlu sonuçlanması imkansıza yakın bir yöne mahkum etti: “Türkiye’nin bu defa engelleyemediği, geçmişte olduğu gibi AB’yi vazgeçirtemediği koşullar, aynı zamanda, 17 Aralık 2004 Brüksel Zirvesi’nin kararlarını şekillendirmiştir. Böylece, Türkiye’ye, Türkiye’ye özgü ve öteki adaylardan olumsuz yönde farklı bir müzakere süreci, müzakere çerçevesi çizilmiştir. Türkiye için hayati önemdeki dört konuda da, Türkiye’nin geçmişteki kazanımları elinden alınmış, yol kazalarına, tehlikelere açık bir döneme Türkiye-AB ilişkilerinde girilmiştir….. 2002’de yeni Türk hükümetinin getirip uygulamaya koyduğu dış siyaset anlayışıyla, çok şey değişmiştir. AB’nin Türkiye’ye ilişkin 2004 yılı Komisyon raporlarıyla ve AB’nin 17 Aralık 2004 Brüksel Zirvesi’nde Türkiye için öngördüğü ‘müzakere çerçevesiyle’, Türkiye-AB ilişkilerinde son derece radikal ve son derece olumsuz bir süreç başlatılmıştır….. AB öyle bir çerçeve ve öyle koşullar getirmiştir ki, müzakere sürecinin sağlıklı gelişmesi neredeyse imkânsız gibidir…..Açıkçası, bu zirve sonuçlarına göre, Türkiye’nin AB üyeliği pamuk ipliğiyle bağlanmıştır.”
Birinci ölçütte: “Geçmişte AB’nin kendi ifadesi olan ‘… Türkiye, Avrupa Birliği’ne katılması mukadder (destined) bir aday ülkedir’ (2000 Ocak, KOB) kesin taahhüdü, bu defa anlamından yitirerek ancak ‘… geçmiş kararlar’ çerçevesinde zikredilmektedir. AB’nin yeni yaklaşımı doğrultusunda, şimdi, ‘Türkiye’nin AB’ye katılım (entegrasyon / üyelik) sürecinin ‘… ucu açık bir süreç olup, sonucunun önceden tayininin mümkün olmadığı’ beyan edilmektedir….. 2004 Ekimi’nde, AB, Türkiye’yi ‘… AB üyeliği mukadder’ bir aday ülke gibi değil, katılım süreci büyük olasılıkla yarı yolda kesilebilecek, kesilmese bile, üyeliği onaylanmayabilecek ‘farklı’ bir aday olarak nitelemektedir. Bunu açıklamaktadır. Bu yaklaşım, AB’nin müktesebatına da, geleneğine de, geçmiş uygulamalarına da terstir; AB’nin Türkiye’ye dönük resmi beyanlarıyla çelişmektedir. Bundan önce hiçbir başka aday ülke için, böyle bir yaklaşım söz konusu olmamıştır. Türkiye’nin, bu tanımların AB belgelerinde yer almasını ve zirve kararına yansımasını önleyememiş olması, ciddi bir talihsizliktir. Türkiye’ye ilişkin resmi belgede, Türkiye’nin yarı yolda kalabileceği, üyelik sürecinin gelişiminde AB’den onay almayabileceği ciddi bir ihtimal gibi ortaya konmakta, bunun ‘değerlendirilmesi’ yapılmakta, ‘önlemi’, yazılmaktadır: ‘Müzakerelerin ve daha sonraki aşamadaki onay sürecinin sonucuna bakılmaksızın, Türkiye’yle AB arasındaki ilişkiler, Türkiye’nin Avrupa kurumlarına bütünüyle bağlılığını sağlamalıdır’.”
İkinci ölçütte: “Türkiye’nin geçmişte ısrarla savunduğu bir ilke, AB’nin Türkiye’ye ayırımcılık yapamayacağıdır. Türkiye, öteki aday ülkelerle ‘eşit’ kurallara bağlı olacağını, ab hukukunun zaten bunu öngördüğünü savunagelmiştir…..Türkiye’ye olumsuz ayrıcalık getirmek, öteki adaylardan farklı bir çerçeve çizmek eğilimleri önlenmiştir. Ne var ki, bu belirleyici ilke ve anlayıştan Türkiye zamanla uzaklaşmıştır. AB Komisyonu’nun ve AB Konseyi’nin Türkiye için getirdiği müzakere çerçevesinin önemli unsurları, hattâ genel anlayışı, Türkiye’ye ‘farklı aday’, ‘ikinci sınıf aday’ muamelesi yapmıştır….. AB, Türkiye’ye karşı ayırımcılık yaptığını, onunla adeta ‘kerhen’ müzakere edeceğini, Türkiye’nin üyeliğine pek de ihtimal vermediğini, neredeyse bağıra çağıra bütün dünyaya AB ilan etmiştir. AB’nin Türkiye ile katılım müzakeresi için öngördüğü çerçeve, sadece AB ile Türkiye arasında gerilim yaratmaz, aynı zamanda, Türkiye’nin kendi içinde gerilime yol açar….. AB, geçmişteki taahhütlerini hattâ kendi hukuk sistemini bazen çiğneyerek, Türkiye’ye karşı olumsuz ayrımcılık yapan, Türkiye için adeta özel bir çerçeve çizmiştir. Öyle bir çerçevenin içine bunlar yerleştirilmiştir ki, o çerçeve, müzakereyi de, üyelik hedefine varılmasını da peşinen mahkûm etmektedir.”
Üçüncü ölçütte: “Kıbrıs hiçbir zaman (Aralık 2002 Kopenhag Zirvesi’ne kadar) hukuki bir önkoşul özelliği taşımamıştır. AB’nin son Brüksel-2004 zirvesinin Türkiye’ye dönük kararları ve belgeleriyle, her dört konuda, Türkiye’ye geçmişte verilmiş ya da tanınmış olanlar ab tarafından geri alınmaktadır. Aralık 2004 AB zirvesinin kararlarına göre, AB, Türkiye’nin müzakere sürecine başlamasını, Türkiye’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ni ‘dolaylı’ ve ‘fiilen’ tanımasına bağlamıştır. Üstelik, AB kararında, Türk tarafının, ‘protokolü imzalamaya hazırız’ şeklinde beyanda bulunduğu açıklanmaktadır; bundan ‘duyulan memnuniyet’ belirtilmektedir. Yani, dolaylı tanıma taahhüdü Türkiye tarafından verilmiştir; bunun, müzakere başlangıcı için bir önkoşul olduğunu AB vurgulamıştır. Nitekim, Türkiye bu yolda gerekenleri yapmaya başlamıştır.”
Dördüncü ölçütte: “2004 AB’sinin, ‘azınlıklar sorununu’ yeniden getirmiş olması fevkalade düşündürücüdür. ‘Azınlıklar’, AB’nin, 1997’den başlayarak her dönem gündeme eklemek istediği konudur. Türkiye’nin üye adaylığını ilan eden Helsinki Zirvesi’nde (1999) olsun, Türkiye ilişkilerinin çerçevesini, kurallarını ve geleceğini belirleyen AB Katılım Ortaklığı Belgesi’nde (2000) olsun, Türkiye buna imkân tanımamıştır. Büyük tartışmalar çıkmış, ama sonuçta AB hukukunda da bulunmayan anlayışların Türkiye’ye dönük uygulanması önlenmiştir. Bazı AB ülkelerinin Türkiye’de ırk temelinde yeni azınlık tanımları yapması, kendi isimlendirdikleri bu azınlıklara özel konumlar biçmeye çalışması, hattâ Türkiye’ye ilişkin son 6 Ekim 2004 AB raporlarındaki gibi azınlık kategorileri oluşturması, AB hukukuna tabii ki aykırıdır. Ama bu yapılmıştır.”
Bu 4 ölçütte kazanımların kaybedilmesine ek olarak bir de Türkiye’ye özel bir referandum engeli çıkartılmıştır: “Türkiye’nin AB üyeliğini ‘inanılır’, başka ülkeler açısından ‘güvenilir’ bir sonuç olmaktan uzaklaştıran son gelişme, bazı üye ülkelerin, Türkiye’nin –eğer olacaksa– üyelik kararını referanduma götürmek niyetidir. Geleceğin koşulları tabii ki bugünden kestirilemez, ancak, gerçekçi olursak, on-on iki yıl sonra AB toplumlarının çoğunun, halkoylaması durumunda Türkiye’nin üyeliğine ‘hayır’ demeleri, çok yüksek bir olasılıktır. Mizah gibi görünecek ama, 100 bin seçmeni olan bir AB üyesinin 51 bin olumsuz oyu, 70 milyonluk Türkiye’nin AB üyeliğini engelleyebilecektir.”
İsmail Cem’e göre Türkiye Brüksel Zirvesi’nde bahsedilen 4 ölçütteki hukuksuz ve Türkiye’nin AB sürecini daha ilk adımlardan belirsiz bir süreç ve büyük ihtimalle olumsuz bir sonuca mahkum eden değişikliklere kesinlikle hayır demeliydi.
“Türkiye 2004 Brüksel Zirvesi sonucunu kabul etmeseydi” şeklindeki karşıolgusal senaryoyu İsmail Cem şu şekilde değerlendiriyor:
“Türkiye, AB’nin, AB hukukundan ve uygulamalarından uzaklaştığı örneklerde ciddi tavır alsaydı, ya da bu nedenle ‘müzakere başlangıç tarihi’ Türkiye’den esirgenseydi, ne olurdu? Hemen belirteyim, Türkiye, müzakere çerçevesi üzerine ab hukukuna, müktesebatına, gelenek ve uygulamasına dayanarak ciddi bir tavır alsaydı, diretseydi, hukuk dışına taşmış bir müzakere çerçevesini kabul etmeyeceğini AB ve Türkiye kamuoyuna açıklasaydı, müzakere tarihini gene aynı şekilde, 3 Ekim 2005 olarak alırdı. Hem de, AB hukuk sistemine uyumlu özellikteki bir çerçeve sağlamış olurdu. Hukuk düzeyinde haklı olan ve bu hakkının bilincinde olan, hakkını koruyan bir aday ülkenin AB tarafından bu nedenle ‘cezalandırılması’, AB’nin göz göre göre kendi temel ahlâk ölçülerini çiğnemesi düşünülemez. Bunun, AB’ye, AB içinde getireceği bedel vardır. Ancak Türkiye’de siyasal iktidarın, ekonomiyi yönlendiren ve kamuoyu oluşturan çevrelerin ‘aman AB’yi ürkütmeyelim, kızdırmayalım’ telaşı, Türkiye-AB ilişkilerinin de, Türkiye’nin de aleyhine olan her AB dayatmasının kabullenilmesine neden olmuştur. AB olgusunun Türkiye’nin iç dengelerinde ve iç tüketim metaı olarak siyaseten kullanılmakta olması, olumsuz etkenleri daha da güçlendirmiştir. Peki, sırf Türkiye’nin kendi hakkına sahip çıkması nedeniyle, AB, Türkiye’ye müzakere tarihi vermeseydi ne olurdu? Pek bir şey değişmezdi: İlki, AB çevrelerinde ‘en az onbeş yıl’ diye zamanlandırılan bir sürecin altı ay gecikerek başlaması, büyük bir kayıp olmazdı. Kaldı ki, Türkiye’nin benimsemiş olduğu çerçeve ve müzakere koşullarının sonuçları şimdiden ortaya çıkmaktadır. Sonuç, AB ile Türkiye arasında gerilim nedenlerinin artması, Türkiye içinde daha şimdiden gerginliğin, karşıtlığın, bölünmenin yaşanmasıdır.”
Yani İsmail Cem’e göre ucu açık ve sonu belirsiz bir sürece aceleyle evet demektense, “geç olsun ama güç olmasın” veya “geç olsun kesin olsun” mantığıyla yaklaşılmalıydı. Bu mantığı, temelinde sürecin sonu kesin veya ucu açık olmasının zorlu reformları yapmada siyasi irade düzeyini etkileyebileceği endişesi yatan, sağlam (ve kendisinin göremediği gelecek yıllarda haklı çıkan) gerekçe ve çelişkilere dayandırıyor.
AB konusunda günümüzün de en önemli sorusu olan ve kendisinin dikkate değer çözümler sunduğu temel çelişkiyi özetle şöyle açıklıyor: Türkiye, AB sürecinde kısa vadede siyasi ve sosyal faturaları yüksek olan ama orta ve uzun vadede Türkiye’yi her anlamda geliştirip güçlendirecek değişimleri başarmak durumunda; bu reformlar yapılınca Türkiye’nin üyeliği kesin ise sorun yok, ancak süreç ucu açık bir belirsizlik ortamına dayanıyorsa ve Türkiye tüm istenilenleri yapsa bile üye olamayabilecekse, üstelik Fransa ve Avusturya gibi ülkelerin referandum engeline de takılabilecekse -kısaca boşa kürek çekilecekse-, bu reformlar için hangi inançla, siyasi iradeyle toplumdan gerekli özveri ve sabrı isteyip bu sürece katlanılacaktır? Cem’e göre 2004’te Türkiye’nin direnemediği değişiklikler tam da “boşa kürek çekmek” endişesi yaratacak bir ucu açık müzakere sürecini başlatarak reformlar için gerekli yükün üstlenmesini mümkün kılacak şevki bulmayı herhangi bir iktidar için neredeyse imkansız kılacaktır.
Yani Brüksel Zirvesi değişiklikleriyle Türkiye’nin, “üyelik sürecini başarıyla tamamlayacağına, referandumları aşacağına kimsenin inanmadığı bir aday kimliği olmuştur.” Hatta, “Türkiye’nin müzakere süreci olağandışı bir çerçevedeki sıradışı koşullara bağlanmıştır; sonuçlanamayacak bir süreç görünümü vermektedir.”
Peki bu tahlillerin ışığında İsmail Cem o dönem ne yapılmasını öneriyordu? Gelin günümüzde de bir istisna hariç gayet geçerli olan bu önerilere bakalım.
En başta, İsmail Cem yanlış olan ve yapılmaması gereken iki seçeneği açıklıyor: “Bu gerçeklerin ışığında, bu tahlillerin çerçevesinde ve Türkiye’nin günümüzde düşürülmüş olduğu çok zor durumda, Türkiye için ‘doğru’ siyaset ne olabilir? ‘Biz bu çirkinliklerde yokuz’ deyip, AB iddiasına ara vermek mi? ‘Başka çare yok, katlanacağız; sonuca bir kez varabilsek, referandumlarda Türkiye’ye evet derler’ mi demek? ‘… Bu işin sahibi AB, istediklerini yapalım, nasıl olsa bizi düzlüğe çıkarırlar’ varsayımına mı güvenmek? Bence, hiçbiri değil.”
Sonra, toparlayıp derlediğimde iki temele ve 8 sütuna dayanan karamsar, vakur ama gerçekçi bir uzun vadeli strateji öneriyor.
Stratejinin dayandığı temelin bir ayağı “Türkiye’nin menfaatinin bulunduğu alanlarda müzakere hazırlığını ya da müzakereyi sürdürmektir” derken, diğer ayağı da “AB’nin, AB hukukunu, uygulamalarını, geleneğini göz ardı ederek Türkiye’den geri aldıklarını, hem AB ile hem de uluslararası kamuoyunda tartışmaya açmak….. geçmişteki adaylarla yaratılan eşitsizliği, sonucu belirsiz, adeta ‘dostlar alışverişte görsün’ misali bir müzakere sürecinin anlamsızlığını, AB hukukuna aykırı azınlık yaratma girişimlerini gündeme” getirmektir diyor İsmail Cem.
Aksi halde, diye uyarıyor: “ucu açık müzakere sürecinden, referandum öngörülerinden, ikinci sınıf konumlardan, Kıbrıs dayatmasından, Türkiye’nin kendi içinde gerilim yaratacak azınlık tanım ve girişimlerinden, ne AB’ye hayır gelir, ne de Türkiye’ye…”
8 sütunun veya taktiğin birbirleriyle buluştuğu stratejiyi ise şöyle özetliyor:
“Benim görebildiğim şudur: a) İki hayati konunun çözülmesi koşuluyla, ayrıca, b) hayale kapılmaksızın, sonuçta AB üyesi olmayabileceğini de bilerek c) müzakere sürecinin ve üyeliğin koşullarını Türkiye’nin belirli alanlarda yerine getirmesi, d) kısa ve orta vadeli siyasal ve sosyal sıkıntılara rağmen doğru tercihtir.”
Sütunlar ise şu şekilde:
- 2004 Müzakere Çerçevesi Revize Edilmeli: “Düzeltilmesi gereken hayati konu, Türkiye’ye ilişkin Ekim 2004 AB Komisyonu raporlarının ve 18 Aralık 2004 AB zirve kararlarının çizdiği müzakere çerçevesinin, ab hukukuyla çelişen özelliklerinden arındırılmasıdır. Türk yetkililerin, ‘… AB’ye üye olmak için biz başvurduk; dolayısıyla, onlar bize değil, biz AB’ye uymak zorundayız’ mantığı, eksik bir mantıktır. Türkiye, AB’nin anlaşmalarına, hukukuna, geleneğine ve uygulamalarına uyum sağlamak zorundadır. Yoksa, AB müktesebatıyla çelişen ve özel olarak Türkiye için yaratılmış koşullara, şablonlara, tanımlara Türkiye’nin uymak zorunluluğu, AB hukukuna göre yoktur. Ne yazık ki, bu konular Türkiye tarafından etkin biçimde gündeme getirilmemiştir. İkna ve düzeltme imkânı olamamıştır. AB’nin kural dışı talepleri sonuçta kabullenilmiştir. 2004 Ekim Raporlarının ve zirve kararının, Türkiye’ye karşı AB hukukuna aykırı, ayırımcılık ve dışlayıcılık özelliklerinin düzeltilmesi, bunun bir kavga değil anlayış ortamında müzakeresinin başlaması, AB sürecinin olumlu gelişmesi için önkoşuldur.”
- Türkiye Hayır Diyebilmeyi Yeniden Öğrenmeli: “AB müzakere sürecinin Türkiye’ye yararlı olmasının ikinci önkoşulu, Türk tarafının, ciddi, kararlı, dengeli bir müzakere yeteneğine sahip olmasıdır. Aksi halde, AB’nin bazı uygulama örneklerinde görüldüğü gibi sorumsuz dayatmaları, Türkiye’nin başına büyük işler açabilir, müzakereyi de, üyeliği de yarı yolda bırakabilir. Her şeyi kabullenerek, hakka sahip çıkmayarak, ‘… hayır’ demesini bilemeyerek müzakere masasında başarılı olunamaz.”
- AB Reformları Üyeliğin Değil Türkiye’yi Güçlendirmenin Yolu Olarak Görülmeli: “AB hukukuna aykırılıklar müzakere sürecinin çerçevesinden çıkarılabilirse ve başlayacak görüşmelerde, Türkiye, ciddi bir müzakereci olabilirse, o zaman, sonucun belirsizliğine rağmen Türkiye, AB ile üyelik müzakere sürecinden yarar sağlar. Zira, Türkiye’nin bu süreçte yapacakları, özünde, daha ileri bir mantığa, daha ileri kurumsal, bireysel, toplumsal ilişkilere, daha gelişmiş özelliklere Türkiye’yi ulaştırmanın adımlarıdır. Müzakere süreci şu ya da bu nedenle kesilse ya da üyelik reddedilse bile, süreç içinde AB’ye uyum amacıyla Türkiye’nin gerçekleştirdiği yenileşme programı, Türkiye için çok önemli bir kazanım olur.”
- Reformlar, Karşılığında AB Üyeliği Beklentisi Olmadan Yapmalı: “Ancak bütün bu çalışmaları, hiç hayale kapılmaksızın, müzakere ve üyelik sürecinin bir aşamada muhtemelen engelleneceğini hesaba alarak gerçekleştirmek gerekir. Müzakereler, şu ya da bu nedenle kesilse bile, müzakere sürecinde alınmış mesafe, Türkiye’nin yanına kar kalacaktır. Yok eğer müzakereler düzgün bir biçimde devam edip olumlu sonuca ulaşacaksa, bu zaten Türkiye’nin temel tecihidir.”
- Türkiye Avrasya’da Belirleyici Bir Merkez Ülke Olursa AB Süreci Kolaylaşır: “Türkiye’nin dış siyasetteki iki büyük hedefinden biri AB üyeliğidir. Diğeri, Avrasya bütününde belirleyici bir ülke, bir merkez olmaktır. AB ile ‘müzakere sürecinin’ başlamasıyla, Türkiye açısından tahminlerden daha zorlu bir dönem yaşanabilecektir. AB ilişkilerinin olabildiğince sağlıklı gelişmesi ve sonuçta üyeliğe ulaşması, Türkiye’nin izleyeceği siyasetle doğrudan bağlantılıdır. Uluslararası ortamın gelişimi, oluşacak yeni güç dengeleri, yeni zorunluklar ve fırsatlar, AB üyelerindeki iç gelişmeler, Türkiye’nin AB sürecini etkileyecektir. Ama aynı ölçüde belirleyici etken, Türkiye’nin bizzat kendisidir ve izleyeceği siyasettir.”
- Türkiye Kendini AB’ye Mecbur ve Mahkum Hissetmemeli: “Olumsuzlukların kaynağında, Türkiye’nin kendisini AB’ye mecbur ve mahkûm hissetmesi yatmaktadır. Ama bir iktidar, ab ilişkisini kendisi için bir mecburiyet ve mahkûmiyet olarak algılarsa, o zaman, kendisinden istenen doğru-yanlış, haklı-haksız her şeyi kabul edecektir. O iktidarın bu özelliği ise, hele sorumsuz da davranabilen bir AB’nin ve bazı AB üyelerinin kural dışı dayatmalarına yol açabilecektir.”
- Kopenhag Ölçüleri Karşılanırken Dünyada Stratejik Konum Geliştirilmeli: “Türkiye’nin Kopenhag ölçütlerini karşılama düzeyi (insan hakları, demokrasi vb.) bir önkoşuldur. Ancak belirleyici olan, önkoşulu gereken ölçüde karşılamış Türkiye’nin, stratejik konumudur; bu konumunu geliştirip, geliştirmediğidir…”
- AB Sürecine Dört Elle Sarılıp İstenilen Reformları Yapalım Sonu Nasıl Biterse Bitsin Kazançlı Çıkarız: “Türkiye, AB üyeliğini kararlılıkla ve ciddiyetle takip etmelidir. ‘Müzakere sürecinin’ başarısı ve AB üyeliğinin gerçekleşmesi düşük ihtimal gibi gözükmekteyse de, kendi yapılarını AB’ye uyumlaştırmakta, kendine daha ileri özellikler kazandırmakta Türkiye’nin yararı vardır. Başka bir deyişle, AB üyeliğini bir ‘fikr-i sabit’ gibi kovalayarak, Türkiye’nin kurumsal gelişimini bu hedefin bir fonksiyonu, bir yan ürünü gibi görmek yanlıştır. Tam aksine, Türkiye, AB ile müzakere sürecinin, Türkiye’nin gelişimini hızlandıran özelliklerinden yararlanmak, bu süreç sonucunda olabilecek bir AB üyeliğini ise ek bir kazanım şeklinde düşünmek durumundadır.”
İsmail Cem bu stratejisini karamsar ama gerçekçi bir zemine dayandırıyor: “Çünkü, gerçekçi bakıldığında, bu müzakere çerçevesiyle ve bu koşullarla, Türkiye’nin üyeliği AB yönetimince benimsense dahi başvurulacak bu halkoylamalarıyla, Batı Avrupa ve ABD’de yükselen İslâm karşıtlığıyla, Türkiye’nin ‘AB üyeliğine’ bel bağlaması, gerçekçi değildir. Gerçekçi olan, üyelik sürecinin gereklerini yapmak ve bu çabanın kolaylaştıracağı dönüşümleri Türkiye’de başarmaktır…..Türkiye, AB üyesi olmazsa ne olur? Türkiye’nin çağdaşlığı son mu bulur, ekonomi tıkanır mı, laiklik ortadan mı kalkar, demokrasi tükenir mi? Türkiye, AB üyesi olmazsa, dünyanın sonu olmaz; AB’nin katabileceği hızdan ve kolaylıktan yoksun bile kalsa, kendi dinamikleriyle gelişmeye, büyümeye, çağı paylaşmaya devam eder. AB ile birlikte olamıyorsa, AB’siz devam eder.”
Daha önce istisna olarak bahsettiğim durum ise şudur: İsmail Cem’in 2004 Brüksel Zirvesi’nde yaşanılan kayıplar ve Müzakere Çerçevesi revize edilmeli uyarısı 2004’ten sonra gelen ilk yıllarda başarılabilirdi, ancak 2010’lara gelindiğinde AB’nden revizyonu istemek ciddiye alınmazdı. “Onay verdiğiniz kararları okudunuz, kabul etmeseydiniz o zaman” gibi nahoş bir yanıtla karşılaşılırdı. Farklı bir hükümet gelip “biz en başından karşı çıkmıştık” dese bile üzerinden hayli zaman geçtiğinden o da ciddiye alınmazdı. Yani İsmail Cem haklı olarak revizyon talep etse de, yıllar geçtikten sonra revizyon talebi anlamsızlaşırdı, dolayısıyla bu öneri (bkz: 1. Öneri) günümüzde uygulanabilir görünmüyor.
2022 Türkiye Raporu ve 2023 Avrupa Parlamentosu kararı ile bu analoji ve Applied History denemesini günümüze bağlamadan önce son olarak bir istisnayı daha vurgulamak gerekiyor.
Son günlerde Türkiye’nin 1997-1999 arasında İsmail Cem’in “görüşmeme politikası”nın yeniden uygulanabilirliği tartışıldı. Applied History yönteminin bir ayağı tarihsel benzerliklerse, diğer ayağı da karşılaştırılan örneklerdeki tarihsel farklılıklardır. Birinci farkta, Avrupa Birliği’ne göre (kendi yorumum değil) Türkiye’nin yapısal konularda reform karnesi ve momentumu 1997-1999 yıllarından geride, hatta reform yapılmaktan ziyade ciddi gerilemeler var. Diğer fark da potansiyel ve kinetik olarak bakıldığında 1997-1999 arasında ve öncesinde Türkiye hem reform sözü veriyor ve reformları uyguluyordu, dolayısıyla 1997 Lüksemburg Zirvesi’nde Türkiye’ye haksız olarak adaylık statüsü verilmediği iddiasıyla suç Avrupa Birliği’ne atılabiliyordu. Kaldı ki, Avrupa Birliği de Türkiye’nin 1997 öncesi ve sonrasında karne olarak haklı olmasına rağmen Lüksemburg’a davet edilmediğini ve Türkiye’nin bu haksızlık yüzünden görüşmediğini iyi anlamış olacak ki görüşmeme politikası işe yaradı ve Türkiye 1999’da Helsinki Zirvesi’ne davet edildi. Günümüzde ise kinetik bir durum var, yani Avrupa Birliği Türkiye’nin 18 yıllık karnesini biliyor, üstelik AB raporlarına göre karnede sürekli bir gerileyiş trendi var. Dolayısıyla, Türkiye istese de ve yeniden görüşmeme politikası uygulasa bile Avrupa Birliği bu defa “Türkiye’ye haksızlık ediyoruz” demeyecektir. Aksine, Türkiye’nin reform süreci geriye giderken (AB’ye göre) suçun AB’ye atılması hem ciddiye alınmayacak, hem de AB’ye “biz tamamen adiliz, Türkiye hem şartlarımızı uygulamıyor hem görüşmek istemiyor” diyerek Türkiye’nin nedensizce görüşmediği argümanını sunma fırsatı verilecektir. Yani iki örnek arasındaki farklılıklar yüzünden İsmail Cem’in görüşmeme politikası bu defa işe yaramayacaktır.
Peki ya yukarıda önerilen 8 sütunlu strateji güdülürse ve işe yaramadığında “görüşmeme politikası” ile sentezlenirse ne olur?
Yani, Türkiye kısa vadede maliyetli olsa da kendisini orta ve uzun vadede güçlendirecek reformları karşılığında AB üyesi olmayı beklemeden, “Şampiyonlar Ligi”nde oynayan bir ülke olabilme amacıyla uygularsa ve Avrupa Birliği tam da İsmail Cem’in “ucu açık müzakereler” yüzünden korktuğu gibi, Türkiye şartları yerine getirmesine rağmen Türkiye’yi almazsa, Türkiye’de ancak tüm şartları yerine getirdikten sonra görüşmeme politikasını uygularsa ne olur? Bu durumda ya İsmail Cem’in döneminde uygulandığı ve başarıldığı şekliyle AB Türkiye’yi yanına çeker (1999’da yanına çekmek adaylık statüsü demekti, önümüzdeki yıllarda ise üyelik demek olacağından) ve Türkiye AB üyesi olur, ya da Türkiye birinci sınıf standartlara, demokrasiye ve kurumlara sahip bir ülke haline gelir ve tarihteki yolculuğuna AB olmadan devam eder. İkinci ihtimalde Avrupa Birliği kaybeder. En az Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye katacakları kadar Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katacakları olduğu unutulmamalı.
Buradaki nüans gözden kaçmamalı, Türkiye ancak tüm reformları yerine getirdikten sonra alınmazsa Avrupa Birliği sürecini bitirmeli, reformlar bitmeden ve Avrupa Birliği’ne göre Türkiye yapısal konularda gerileme yaşayıp reform süreci de gerilerken Avrupa Birliği almayıp müzakere etmiyor diye süreci bitirmemeli. Bu en başta Türkiye’ye yakışmaz. Kaldı ki, İsmail Cem’in eleştirdiği bir konu da 2004 Müzakere Çerçevesi ile Türkiye’nin kabul ettiği “Birliğin üzerine inşa edildiği temel ilkelerin (özellikle demokrasiyi kastediyor) sürekli ve ciddi ihlali halinde, müzakereler askıya alınabilir” maddesidir. Türkiye bu maddeyi kabul etmişken şimdi Avrupa Birliği’ne neden müzakereler askıya alınıyor diyemez.
Bugün Türkiye’nin bu konuda uyarılması kamuoyuna rahatsızlık veren diğer maddeler de Türkiye’nin 2004’te kabul ettiği “üçüncü ülkelere yönelik politikalarını AB ve üye ülkeler ile uyumlu hale getirme” ve “iyi komşuluk ilişkileri ve sorunların barışçıl yollarla çözümü” maddeleridir. 2022 Türkiye Raporu’nda ve 2023 AP kararında Türkiye bu maddelere uymadığı için dış ve güvenlik politikaları konularında eleştirilmektedir. Yani, Türkiye’nin bu konularda da AB ile uyumlu olması gerektiği 2004 yılından belliydi. Elbette ki AB mesela Yunanistan ile Doğu Akdeniz’de yaşanan gerilimde veya Irak’ta PKK ve Suriye’de PYD konularında hukuku aşan şekilde bu maddeleri suistimal etmiş olabilir, bu ayrı bir tartışma. Ancak, dış ve güvenlik politikaları üyeliğin önünde kalan tek engelle olarak kalsa sorun olmayacak. Zaten İsmail Cem de önce Türkiye’nin menfaatine olan konularda reformlar tamamlansın, dış ve güvenlik politikalarında uyumu ise en son ve AB’ye tam girmek üzereyken yapalım görüşünde.
Sorun şu ki 2022 Türkiye Raporu; demokratik kurumlar, sivil toplum, güvenlik birimlerinin sivil denetimi, yolsuzluk, kamu yönetimi reformu, yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü, insan hakları, organize suçla mücadele, ekonomi yönetimi ve kamu ihaleleri konularının tamamında “reform eksik”ten “ciddi gerileme var”a kadar bir skalada eleştirilerde bulunup Türkiye’nin yükümlülüklerini yerine getirmediğini belirtiyor. Az önce sayılan alanların bazılarında az sayıda ve kısmen yapıldığı memnuniyetle karşılanan reformlarla beraber Avrupa Birliği’nin memnun kaldığı tek konu ise Türkiye’nin sığınmacıları Avrupa Birliği’nden uzak tutması.
Bu koşullarda İsmail Cem bugün aramızda olsaydı, sanıyorum, “biz gerekli reformları yapalım, şartları yerine getirdiğimizde alırlarsa hoş, almazlarsa o zaman bitiririz, onlar kaybeder; ama daha şartları yerine getirmemişken lütfen AB bizi almadığı için veya Türkiye 2004’te ilgili maddeyi kabul etmişken müzakereleri dondurup yeniden başlatmadıkları için süreci bitirebiliriz demeyin” derdi.
Kaynak:
İsmail Cem. Türkiye, Avrupa, Avrasya: Avrupa’nın Birliği, 2. Cilt, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2009