Share This Article
Bengi Şinik
Bu yazının dün yazılmış haliyle olan başlığının İsveç kısmı “İsveç’e Şartlı İzin” şeklindeydi. İsveç sadece Mutabakat Metni’ndeki yükümlülüklerine göre değerlendirilmeli, tüm şartları uygulamadıkça İsveç’in NATO üyeliği veto edilmeli, İsveç üyeliği önce hak etmeli diye yazmıştım. Ancak Türkiye İsveç yükümlülüklerini yerine getirmeden karşılıksız geri adım attı, baskıya direnemedi. Avrupa Birliği sürecine İsveç, ABD ve NATO desteği gibi anlamsız karşılıklar karşılıksız geri adım atmanın getireceği tepkileri örtmek için yüz kurtarıcı tavizler (face saving concessions) olarak sunuldu. Türkiye kendi inandırıcılığına ve pazarlık itibarına (bargaining reputation) zarar verdi. Bugün Twitter’da gördüğüm çok trajikomik bir espri durumu özetliyordu: “İsveç’i NATO’ya almamız karşılığında bize verdikleri şey: IKEA indirim kuponu”. İsveç yükümlülüklerini tamamen uygulamadan (ki uygulamadığı Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Fidan tarafından bu hafta defalarca belirtildi) Türkiye’nin geri adım atması gelecekte Türkiye’nin zorlamaya açık ve karşılıksız taviz koparılabilecek bir ülke olduğu imajını yerleştirecek. Süreç o kadar kötü yönetildi ki, aşağıda paylaşılacak dünkü yazımda bahsettiğim Mutabakat Metni ile alakasız Kur’an yakma konusunun sonra da AB sürecinin İsveç’in yükümlülüklerine eklenilmek istenilmesi Türkiye’nin güvenilirliğine çok ciddi zararlar verdi. Türkiye’nin sözünde durmayan, daha fazla taviz koparmak için yeni şartlar ekleyen diplomatik anlamda “fırsatçı” bir yaklaşımla suçlanmasına neden oldu. Nitekim Almanya Şansölyesi Olaf Scholz Türkiye’nin AB sürecinin İsveç’in NATO süreciyle hiçbir ilgisinin olmadığını söyledi.
Kaldı ki tavizler de alınamadı ve tavizler alınmadan geri adım atılması bir kez daha itibar kaybına neden oldu. Bu geri adımın ve kötü yönetilen müzakere sürecinin Suriye ve Mısır ile normalleşme müzakerelerinden ABD ile müzakerelere kadar olumsuz yansımları olacaktır. Üstelik Rahip Brunson olayı ve ABD isteyince Barış Pınarı’nın durdurulması konuları da hatırlanılınca Türkiye’nin kararları etkilenebilecek ve istemediği şeyler yaptırılabilecek bir ülke olduğu imajı maalesef yerleşecektir. İsveç yükümlülüklerini yerine getirmedikçe veto edilseydi bu imaj tam tersine olumlu bir şekilde olacaktı. Elbette Türkiye İsveç konusunu ebediyen sırtında yük olarak taşıyamazdı, ama, eğer tavizsiz geri adım atılacaktıysa bu ancak aäağıda bahsedilen zorunluluktan, yani Ukrayna’nın İsveç’in terörle bağından daha büyük tehlikelere yol açacak NATO üyeliğini engelleyebilmek için yapılmalıydı. Ancak, yine aşağıda belirtildiği gibi, Cumhurbaşkanı Erdoğan bunun tam tersine bir tavırla Ukrayna’nın NATO üyeliğini hak ettiğini söyledi. (Zaten başka ülkeler veto edecek beklentisiyle Batı’da olumlu imaj yaratmak için denildiyse, başka ülkelerin veto edeceği garanti altına alınmalıydı, ancak yine de Ukrayna’nın NATO üyesi olması gerektiği mesajı, neden olmaması gerektiği ve NATO dışında çözümler bulunması gerektiği mesajına ciddi zararlar verecek olmasından da yanlış bir karardı.) Türkiye’nin İsveç-NATO politikasının çökmesinin bir önemli nedeni de 2022 Mutabakat Metni gibi Türkiye açısından çok kötü bir mutabakata katılmış olmasıydı. Mutabakat Metni çok kötüydü çünkü İsveç’e Metin’deki yükümlülüklerini yerine getirmesi için bağlayıcı ve zorlayıcı bir neden sunamıyordu, üstelik İsveç çoğu zaten muğlak olan Metnin muğlak olmayan kısımlarındaki yükümlülüklerini anlamsız kılmak için Metine İsveç’in yükümlülüklerini uygulamasını zorlaştıracak hükümler ekletmişti. Yani Türkiye ilk düğmeyi yanlış iliklemişti ve tıkanacağı belliydi. Üstelik Türkiye Metin’e evet dedikten sonra İsveç yükümlülüklerini uygulamasa da Türkiye’nim vetoyu kaldırma baskısına direnmesi çok zorlaşacaktı. Bu sürece ya hiç girilmemeliydi, sonrasında Mutabakat Metni kabul edilmemeliydi -veya daha iyi müzakere edilmeliydi- ya da bir defa girildikten sonra beklentiler karşılanmadan geri adım atılmamalıydı. Sonuç tüm ihtimallerin en kötüsü oldu. Ukrayna kısmında, aşağıda belirtildiği gibi Türkiye her durumda Ukrayna’nın NATO üyeliğini veto etmeli, Ukrayna’nın NATO üyeliğinin neden ya 5. Madde’nin, dolayısıyla NATO’nun çöküşü, ya da Rusya ile dünya savaşı anlamına geleceğini dünyaya anlatan bir diplomatik girişim başlatmalı.
Peki bu süreçte ne yapılmalıydı? Yanıt bu yazının dünkü halinde yatıyor: (İsveç konusunda şimdiki ve gelecek zaman eklerini geçmiş zaman olarak, Ukrayna konusunu ise aynı şekilde düşünebilirsiniz, ki geçerliliğini koruyor.)
Türkiye’yi zor kararlar bekliyor. Bu zor kararları alırken geleneksel kısa vadeye dönük karar alma alışkanlıklarının aksine orta ve uzun vadeye bakılması gerekiyor. “Shorttermism” yani kısavadecilik sorununun terkarlanılma lüksü yok. Karşılaşılan konunun ağırlık ve önemi arttıkça uzun vadeli düşünme gerekliliği de artıyor. Büyük Strateji bir anlamda en önemli öncelikleri zamansal yakınlık yerine önem sırasına göre belirleyip uzun vadeli amaçlar doğrultusunda kısa vadeyi değerlendirmekse; Türkiye’nin Büyük Stratejisizlik lüksüne sahip olmaması ve güncel duruma orta ve uzun vade ışığında bakılması zorunluluğunu getiriyor. 11-12 Temmuz’da Vilnius’ta NATO zirvesinin en önemli gündem maddelerinden biri İsveç’in NATO üyelik süreci, şimdilik daha az önemdeki diğer maddesi de Ukrayna’nın potansiyel NATO üyelik süreci. Türkiye geçen yıl İsveç ve Finlandiya ile yaptığı Mutabakat Metni’ndeki taleplerinin İsveç tarafından gerçekleştirilmesini bekliyor. İsveç’e yönelik veto edip etmeme kararı buna göre belirlenecek. Bu noktada bir sorun ve bir değişken söz konusu. Sorun Türkiye’nin İsveç’in PKK, PYD ve FETÖ ile ilişkisinde Metin’de bahsedilen yükümlülüklerini yerine getirmesi beklentisine ek olarak İsveç’te Kur’an-ı Kerim’in defalarca yakılmasından sonra Kur’an yakılması konusunun da İsveç’in Metin’deki yükümlülüklerine dolaylı yoldan dahil edilmesi eyleminde yatıyor. Kur’an yakılması konusunun İsveç’in NATO üyelik süreciyle Türkiye tarafından ilişkilendirilmesi Türkiye’ye hiçbir şey katmayacağı gibi sadece Türkiye’nin itibarına ve hatta güvenliğine zarar getirir. Metin’deki taleplerinde sonuna kadar haklı olan Türkiye’nin bir metni kabul ettikten sonra yükümlülüklerine bağlı kalmaması Türkiye’nin hem uluslararası hem de müzakere masalarındaki pazarlık itibarını (bargaining reputation) fazlasıyla zedeleyecektir. Türkiye haklıyken haksız duruma kendi kendisini düşürecektir. Türkiye ile müzakere eden ülkeler “acaba Türkiye yaptığımız anlaşmanın dışına çıkıp, anlaşmaya sadık kalmayıp güvenilmez bir ülke olarak bize zarar mı verecek” endişesiyle müzakere masasına oturacaklardır. Mutabakata sadık kalıp, İsveç’in sadece Mutabakat yükümlülüklerini uygulayıp uygulamadığına göre veto edip etmeme kararı alınırsa Türkiye’nin itibarı zedelenmeyecektir, aksine, Türkiye’nin sözünde duran (İsveç’in şimdiye kadar istisnalar hariç sözünde durmamasının aksine) ve güvenilir bir ülke olduğu imajı yerleşecek, bu imaj Türkiye’ye çok şey kazandıracaktır. Mutabakat ile zaten üzerinde anlaşılmış ve Türkiye’nin haklı olduğu bir konuya Kur’an yakılması konusunu eklemek ve İsveç’in NATO üyeliğini buna göre de değerlendirmek Türkiye’nin olabildiğince fazla taviz koparmak için yeni bahaneler üretip diplomatik “şantaj” yapan bir ülke olduğu algısını oluşturacaktır, hem de Türkiye Kur’an konusunda da haklıyken. Daha da kötüsü, Kur’an konusunu İsveç’in terörle ilişkisi konusuyla bağdaştırmak İsveç’e yükümlülüklerinden “kaytarma”, yani kendi yükümlülüklerini tamamen uygulamadan uygulamış gibi gösterip, İsveç kendi ödevini yapsa da Türkiye’nin Metin ile alakasız ek şartlar getirerek İsveç’in üyeliğini engellediğini iddia etme fırsatını İsveç’e verecektir. Bu üyelik ile Kur’an yakılmasını ilişkilendirme ısrarı sürdükçe ve Türkiye İsveç’in üyeliğini veto ederse, İsveç Türkiye’nin bu üyeliği Metin yüzünden değil de Kur’an yakma yüzünden engellediğini, yani İsveç ödevlerini yapmış olsa da Türkiye’nin sözünde durmadığını iddia edebilecektir. Bu durumda Türkiye’nin aslında neden veto ettiğini anlatması da çok zor olacaktır. Ayrıca İsveç Kur’an yakma konusunu ifade özgürlüğünü çok geniş yorumlayarak ileri bir demokrasi olduğunu gösterip aynı genişlikte yorumlamayan Türkiye’nin ileri bir demokrasi olmadığını, ve tam da bu demokrasi eksikliğinden İsveç’i engellediği algısını oluşturup hem İsveç’i masum gösterip hem de Türkiye’nin Batı’nın bir parçası olmadığı algısını oluşturma şansını elde edecektir, daha doğrusu Türkiye bu şansı İsveç’e altın tepside verecektir. Türkiye’nin yapması gereken İsveç’in NATO üyeliği sürecini sadece Mutabakat Metni ışığında değerlendirip, Kur’an yakma konusunu tamamen bu süreçten ayırıp farklı bir süreçle ele almasıdır. Türkiye İsveç tüm Metin temelli yükümlülüklerini yerine getirmedikçe İsveç’in üyeliğini veto etmelidir. Kur’an yakma konusuna tepki ise İslam İşbirliği Teşkilatı temelinde üye ülkelerle ortak dayanışma ve kınama şeklinde verilip, Türkiye’nin inanç konularında tarihsel ve kültürel birikim ve zenginliklerine vurgu yaparak Türkiye’nin kapsayıcılık, medeniyet, ve hoşgörü değerlerinde İsveç’in çok daha ilerisinde olduğunu ve dünyaya örnek bir ülke olduğunu göstermesi gayet yerinde olacaktır. Dolayısıyla, Türkiye Kur’an yakılması olayına İsveç’in NATO üyeliği dışında tepki vererek hem iki alakasız süreci ilişkilendirmenin getireceği zararları engelleyebilir hem de kendi yumuşak gücünü ilerletebilecek, bir taşla kendi ayağına vurmayacak, iki farklı kuş vuracaktır. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın açıklamaları maalesef Türkiye’nin bu zararlı ilişkilendirmeyi sürdürmekte ısrar ettiğini göstermektedir. Sayın Fidan’ın Kur’an yakma sürecine yönelik kınama ve dayanışmayı İİT düzeyinde yapmaya çalışması ise çok doğru bir hamledir. Sorun, bu doğru hamlenin Kur’an yakmanın İsveç’in üyeliği ile ilişkilendirilmede ısrar edildiğinden getireceği faydayı sınırlayıp gelecek faydadan fazla zarar getirecek olmasında yatıyor. Yukarıda bahsettiğim güvenlik zararını ise NATO Genel Sekreteri Sayın Jens Stoltenberg’in 2021 yılında Sciences Po’da eğitim aldığım dönemde verdiği bir konferansta söyledikleri özetliyor. Konuşmayı dinlerken yaşadığım endişeyi unutamam. Stoltenberg NATO’nun gittikçe değer temelli olan bir ittifak haline geldiğini, demokratik değerleri paylaşan üye ülkelerini 5. Madde çerçevesinde koruma isteğinin daha fazla olmasını, paylaşmayan veya bunlardan uzaklaşan ülkeleri savunma isteğinin müttefikler arasında eskisi gibi yüksek olmayabileceğini öngördüğünü söylemişti. Bilindiği gibi NATO’nun 5. Maddesi tamamen gönüllü yardım esasına dayalıdır. Bir ülke saldırıya uğrayan üye ülkeye 5. Madde aktivasyonu çerçevesinde isterse sadece bir adet sargı bezi vermekle yetinebilir, isterse onun için nükleer silah kullanabilir. Bu tercih tamamen gönüllü bir tercihe dayalıdır. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin Kur’an yakma konusunu Mutabakat Metni taleplerine ekleyerek diplomatik fırsatçılıkla suçlanması, hatta Kur’an yakma konusuna yeterince ileri bir demokrasi olmadığı yüzünden aşırı tepki verip kendi demokrasi eksikliğinden İsveç’i engellediği suçlaması yapılırsa, bu durumun müttefikler gözünde demokratik değerleri yeterince paylaşmadığı iddia edilebilecek (öyle olmasa da) bir durumda Türkiye’yi 5. Madde düzeyinde savunma isteğinin azalacağını öngörmek için alim olmaya gerek yok. Bu ilişkilendirmenin ve yaratılacak Türkiye algısının Türkiye’nin AB üyelik sürecine olumsuz yansımalarını öngörmek için de yine alım olmaya gerek yok, üstelik İsveç de AB üyesi olarak veto hakkına sahipken. Ya İsveç veya başka bir üye Türkiye’nin AB’ye karşı yükümlülüklerine ek olarak süreçle alakasız şartlar koşmaya kalkarsa?
Gelelim daha önemli ve İsveç ile bağlantılı konuya. Yaklaşık bir aydır Ukrayna’nın NATO üyesi olup olmaması gerektiği konusu konuşulmakta, özellikle son bir hafta Ukrayna’yı NATO’ya davet etmek isteyen ülkeler ve küresel düzeydeki entelektüeller seslerini fazlasıyla duyurmaya başladı. Ukrayna’nın neden asla NATO üyesi olmaması gerektiğini anlatanlar olsa da, sesleri nispeten daha az duyuluyor. Ukrayna çok büyük acılar yaşadı, her ülkenin hak ettiği gibi uzun vadeli güvenliğini sağlama, yarın yine işgal edilir miyim korkusu olmadan yaşama hakkına fazlasıyla sahip. Sorun şu ki, Ukrayna’nın NATO üyeliği Türkiye, Ukrayna, NATO ülkeleri ve Avrupa ülkelerinin güvenliğine çok büyük bir zarar verecektir, Rusya hariç. NATO’nun temelinde yatan 5. Madde’nin temelinde caydırıcılık ve caydırıcı tehdidin inandırıcılığı yatmaktadır. Tehdit inandırıcılığı yaşamsal çıkarların varlığı veya yokluğu ile geçmiş eylem veya eylemsizliklere dayanır. Thomas Schelling ve Vesna Danilovic inandırıcılık teorisini bilimsel olarak en ileri aşamaya taşıyan iki ayrı isim olarak bu temelleri tespit etmişlerdir. Bu temellere göre, 3. bir ülke uğruna kendi ülkenizin yok olma riskini ancak o ülkenin bulunduğu bölge üzerinde yaşamsal çıkarlarınız varsa alırsınız, bunlar mevcut değilse, ya “köprüleri yakarak” yani gerekirse savaşma iradenizi kanıtlamak için savaşmama seçeneğinizden bir daha erişilemeyecek şekilde feragat ederek, ya da savaş kararı üzerinde mutlak kontrolünüzün olmadığı, ve şans, hata, belirsizlik, ve teknolojik arıza dolayısıyla siz istemeden de savaşabileceğinizi kanıtlayarak bu riski aldığınızı kanıtlamaya çalışır, dolayısıyla tehdidinizi inandırıcı kılmaya çalışırsınız. Yaşamsal çıkarlarınız varsa tehdidiniz zaten inandırıcıdır. Rakibinizin tamamen çaresiz olduğu durumlarda ise caydırıcılık işe yaramaz, yani her istediğinizi her zaman caydıramazsınız. Ukrayna konusunda en büyük sorun, 2014’te Rusya Kırım ve Donbas’ı işgal ettiğinde -veya etmeden önce işgal niyetini gösteren istihbarat ve uyarılar geldiğinde- ABD veya herhangi bir Avrupa ülkesi güç kullanma yoluyla Rusya’yı caydırmaya yeltenmedi, yani Ukrayna için savaşmaya hazır olduklarını Rusya’ya iletmedi, çünkü Ukrayna üzerinde Rusya ile savaşacak kadar yaşamsal çıkarları yoktu. Dolayısıyla Rusya Batı’nın Ukrayna için Rusya ile savaşma iradesinin olmadığını ilk defa görmüş oldu, 2022 yılında Rusya Ukrayna’ya tekrar saldırmadan önce de Batı’nın Ukrayna için Rusya ile savaşmayacağı belliydi, kaldı ki Rusya’nın emin olması için bu savaşmama tercihi defalarca iletildi. 2022 yılında Uçuşa Yasak Bölge tartışmalarının yapıldığı dönemde, Batı UYB’yi tam da Rusya’ya karşı savaş anlamına geleceğinden tırmanma korkusuyla uygulamadı. Batı’nın Ukrayna için savaşmayacağı kesinleşmişti. Şimdi Ukrayna’nın NATO sürecine dönelim. Ukrayna için savaşma iradesi olmadığını defalarca kanıtlayan NATO ülkeleri Ukrayna NATO’ya girdiğinde Rusya Ukrayna’ya saldırırsa neden Ukrayna’yı savunsunlar? Olur da gökten zembille Ukrayna’da yaşamsal çıkarlarını keşfederlerse ve savaşma iradesi bulurlarsa Rusya’yı bu defa savaşacaklarına nasıl ikna edecekler? Yanıt: ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar edemezler, kaldı ki etme niyetleri de olmayacak çünkü Ukrayna’nın dünya savaşı riskini alacak kadar önemli olmadığını defalarca kanıtladılar. Dolayısıyla burada Rusya lehine bir yaşamsal çıkar asimetrisi var. Rusya NATO’nun Ukrayna için 5. Madde’yi işleteceğine inanmayacaktır. Diyelim ki Ukrayna NATO’ya girdi, Rusya 5. Madde’den korkmayacağından saldırdı, tüm ülkeler sadece şimdi yetindikleri gibi askeri ve malî yardım ile yetindiler, bu durumda Rusya’yı, başta Baltık ülkeleri olmak üzere, seçeceği, gücünün yetebileceğini düşündüğü bir NATO üyesine saldırmaktan ne alıkoyabilir? Hiçbir şey. Bu durumda 5. Madde inandırıcılığıyla birlikte tamamen çökecektir. Yani 5. Madde’nin inandırıcılığına dayanan NATO da çökecektir, daha doğrusu anlamını yitirecektir. Olur da NATO ülkeleri bu çöküşü engellemek için savaşırlarsa -savaşmayacaklarını defalarca kanıtladılar- bu 3. Dünya Savaşı demek olacaktır. Her iki durumdan Türkiye’nin göreceği zararı anlatmama gerek yok sanıyorum. NATO’nun Türkiye’nin güvenliğini garantilediği 5. Maddesi çökünce Türkiye’nin güvenliğini sağlayacak TSK’nden başka bir araç kalmayacaktır. Bu durumda Türkiye’nin daha büyük bir güce karşı güvenliğini sağlaması için nükleer silah sahibi olması bile gündeme gelebilecektir. Türkiye 1952 yılından itibaren kazandığı güvenlik lüksünü yitirecek, 1774 ile 1952 arasında yaşadığı kendi güvenliğini daha büyük güçlere karşı sağlayamadığı için çaresizce koruyucu müttefik arama derdine düşecek ama bulmak kolay olmayacaktır. Unutmayalım, Türkiye 1829 ve 1878’deki Rus işgallerinin -büyük güç müttefiklerin baskısıyla kurtulunulan- 1913’te tekrarlanmaması için Almanya’nın korumasına muhtaç duruma düşmüştü, o kadar ki, Rusya’ya karşı koruma garantisinin karşılığında Dünya Savaşı’na katılma bedelinin ödenmesi gerekiyordu, aynı 1945 sonrası SSCB işgali tehlikesinin Kore Savaşı’na katılma bedelini ödeyerek engellemeye çalışılması gibi -kaldı ki dönemin ABD elçisi George McGhee’nin bireysel ikna kabiliyeti olmasa Kore Savaşı’na katılmak bile NATO’ya girmeye yetmiyordu. Nükleer düzeye tırmanacak bir Dünya Savaşı ihtimalinin vereceği zarar zaten ortada. Durumu daha anlaşılır kılmak için bir denklem yapalım: Ukrayna’nın NATO üyeliği = Türkiye’nin varoluşunun riske girmesi. Eğer Ukrayna’nın NATO’ya üyelik süreci ilerlerse Türkiye hem 5. Madde’nin çöküşünü hem de bir Dünya Savaşı’nı engellemek için Ukrayna’nın NATO üyeliğini veto etmek zorunda. Mümkünse NATO içinde benzer görüşte müttefik bularak tek başına veto etme durumunu engelleyerek, mümkün değilse tek başına tüm maliyetlere rağmen engelleyerek. Peki neden mi Türkiye? Hem ABD hem Avrupa çapında güvenlik konularında farkındalığı en yüksek ve en gerçekçi entelektüeller Türkiye’de bulunduğundan. Güncel durumda ABD ve Avrupa’da Ukrayna kendileri için sanki bir ölüm kalım durumuna dönüşmüş durumda ve ideolojik olarak ne olursa olsun Ukrayna’nın her istediğini kabul etmek ilericilik, tek bir talebi bile kabul etmemenin ise Rusya yanlılığı olarak sunulduğu tehlikeli bir durum var. Ancak herhalde Türkiye dışındaki bazı ülkelerde de Ukrayna’nın NATO üyeliğine ikna olmayan ülkeler olsa gerek ki ABD Başkanı Joe Biden katıldığı Fareed Zakaria’nın programında üye ülkeler arasında Ukrayna’nın üyeliği konusunda oybirliğinin mevcut olmadığını belirtti. Bu durumda Türkiye’nin birlikte veto edebileceği müttefikler bulması mümkün olabilir.
Bu koşullarda, en başta bahsettiğim değişken ikiye ayrılıyor. Birincisi, Ukrayna’nın NATO’ya üyelik sürecinin ilerleyip ilerlememesi, ikincisi de Türkiye’nin veto konusunda müttefik bulup bulamayacağı senaryoları. Eğer sürecin ilerleyeceği hükümet tarafından öngörülüyorsa, Türkiye İsveç’in üyeliğine İsveç yükümlülüklerini yerine getirmese de evet demeli. Türkiye’nin iki ülkenin üyeliğine aynı anda engel olması Türkiye’ye ciddi zararlar getireceği nedeniyle ve Türkiye’ye gelecek baskının Türkiye’nin gücünü aşacak boyutta olabileceğinden mümkün olmayacağından, Türkiye’nin kendi güvenliğine İsveç’te yaşayan teröristlerin mi yoksa 5. Madde’nin çökmesi veya bir dünya savaşının mı daha büyük tehlike oluşturduğunu seçmesi gerekecek. Yani Büyük Strateji düzeyinde ciddi bir öncelik belirlemesi gerekecek. Sanıyorum bu durumda İsveç’te yaşayan teröristlerin daha büyük tehdit olduğunu söyleyecek bir kişi bile bulmak mümkün olmayacaktır. Eğer sürecin ilerlemeyeceği öngörülüyorsa Türkiye’nin korkacak bir şeyi olmayacak ve İsveç’in üyeliğine Metin’deki şartlar -Kur’an konusu değil- uygulanmadıkça engel olabilecek. İkinci değişkende, Türkiye’nin ortak veto edebileceği ve bu veto kararından asla dönmeyecek olan bir ülke daha bulabileceği, yani veto etmede yanlız kalmayacağı öngörülürse, Türkiye İsveç’in üyeliğinde taviz vermemeli. Ancak, Türkiye’nin tek başına veto etmesi gerekeceği öngörülürse Türkiye zor -çok zor olmasa da- bir tercih yaparak İsveç’in üyeliğine Metin’deki tavizleri almadan da evet demeli.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ukrayna’nın NATO üyeliğini hak ettiği yönündeki açıklaması ise kesinlikle düzeltilmesi ve tekrarlanmaması gereken ciddi bir hatadır. Eğer bu söylemdeki mantık nasıl olsa başka bir ülke de veto edecek beklentisiyle Batı’da itibar kazanmak ise, o ülkenin veto kararını asla değiştirmeyeceği garanti edilmeden bu itibar arayışına girilmemeli. Türkiye her durumda Ukrayna’nın NATO üyeliğine karşı çıkmalı.
Peki Türkiye güvenliğini sağlamada tarihsel sorumluluğa sahip olduğu dostu Ukrayna’nın güvenliğini sağlaması için, ve aslında Ukrayna’nın NATO’ya girmemesinin en başta Ukrayna’nın yararına olduğunun anlaşılması için ne yapmalı? Ukrayna NATO dışında güvenliğini nasıl sağlayabilir?
Ukrayna’ya nükleer silah verilmesi bunu sağlamayacaktır çünkü silahlar teslim edilmeden Rusya’nın Ukrayna’ya nükleer saldırısını tetikleyecektir. Sevkiyat süreci yeni bir Küba Füze Krizi’ni tetikleyecektir, Kriz hatırlanacak olursa Küba’ya -diğer nedenlerle beraber- Küba’nın uzun vadeli güvenliğini sağlamak için yapılan nükleer silah sevkiyatı yüzünden başlamıştır. Ayrıca bu durum Rusya ve Çin’in de kendi müttefiklerine nükleer silah sevkiyatı yapması gibi tehlikeli durumları teşvik ederek nükleer silahların yayılmasını sağlayacaktır. Dolayısıyla Ukrayna’nın güvenliği NATO dışında ve konvansiyonel caydırıcılıkla sağlanmalı.
“Deterrence by denial” yani engelleme yoluyla caydırma konvansiyonel caydırıcılığın en önemli yapı taşı. Karşı tarafın sizin üzerinizdeki emellerini gerçekleştirmesini konvansiyonel silahlarla engelleyebilecek kapasiteye sahip olduğunuza karşı taraf inanırsa size saldırmaktan vazgeçecektir şeklindeki bir düşünceye dayanıyor. Şu an yaşanan savaş bittikten sonra Ukrayna’nın kalıcı güvenliğini, yani Rusya’nın tekrar saldırırsa istediğini alamayacağına emin olmasını sağlamanın yolu uzun vadeli ve sürdürülebilir bir mali ve askeri yardım yükümlülüğünün Ukrayna’ya verilmesinden geçiyor. Şu an sahada denk konumda, -sonuçta Rusya’nın istediğini alamadığı bir denklik- olan Ukrayna ve Rusya’nın bu güç dengesini uzun vadede sürdürebilmesini sağlamaktan geçiyor. Rusya potansiyel kapasite olarak Ukrayna’dan daha ileride olduğundan, Ukrayna’nın dünyadaki dostlarının -çıkar dostluğu da dahil- bu farkı kapatacak düzeyde Ukrayna’ya Ukrayna’nın kendini savunabilmesine yetecek düzeyde kalıcı mali ve askeri yardım sağlaması Rusya’nın Ukrayna’dan istediklerini alamayacağına ikna olması ve elde edeceği bir şey olmayacağından bir daha saldırmamasını sağlayacaktır. ABD’nin İsrail’e yaptığı savunma yardımının savunma yükümlülüğüsüz halini Ukrayna’nın dostlarının ortak bir eylemle Ukrayna’ya sunması yerinde olacaktır. Türkiye’nin yapabileceği, NATO üyelerinden istekli olan ülkeleri, NATO dışında bir platformda Ukrayna’ya kalıcı mali ve askeri yardım verilmesi yönünde bağlayıcı bir yükümlülüğe ikna etmesi olacaktır. Mesela, ABD’nin 1979 yılında çıkardığı ve Tayvan’ın kendi kendisini savunabilmesini sağlamak için yardım edilmesi anlamındaki Tayvan İlişkiler Yasası’nı Türkiye, ve Ukrayna’nın uzun vadeli güvenliğini isteyen ülkeler kendi meclislerinden geçirecekleri “Ukrayna’nın Güvenliği Yasası” şeklinde bu ülkelerin Ukrayna’ya güvenlik yardımı sağlamalarını -yardımı kesmemek yoluyla-, dolayısıyla Ukrayna’nın güvenliğini (5. Madde’yi çökertmeden veya dünya savaşı çıkartmadan) sağlayabilir. Sadece şu an yaptıkları yardımı gelecekte de yapma garantisini yasal ve bağlayıcı bir şekilde vererek. Böylece bir taşla Ukrayna’nın güvenliği, 5. Madde’yi koruma, ve dünya savaşını engelleme olarak 3 kuş vurulabilir.
Sanıyorum, Türkiye’nin hak ettiği Büyük Strateji ve Büyük Strateji’de uzun vadecilik ile birbirine zıt seçenekleri uzlaştırıp bir taşla çok kuş vurma becerisi bu şekilde Türkiye’ye kazandırılabilir. Bu kazanımın Avrupa güvenliğini ve küresel güvenliği pekiştirmesi gibi bir artısı da var üstelik.