Share This Article
Güncel Ortadoğu Jeopolitiği: Bölgesel Hegemonya Yarışı ve Gazze
Dr. Öğr. Üyesi Ceyhun Çiçekçi
Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi
7 Ekim 2023 tarihinde gerçekleşen Aksa Tufanı saldırısı ve akabindeki İsrail’in karşı saldırısı ve yarattığı insani kıyım ve yıkımın boyutları, uzunca bir süredir Ortadoğu gündemini ve daha da ötesinde uluslararası toplumun gündemini meşgul etmektedir. İsrail’in siyaseten arz ettiği faşizan/apokaliptik görünüme ek olarak sahip olduğu konvansiyonel ve non-konvansiyonel imkânlar, “meşru savunma” etiketiyle uluslararası topluma lanse ederek Gazze’ye düzenlediği cevabi saldırısını kısa bir süre içerisinde işgal ve soykırıma dönüştürmüş gözükmektedir.
Her ne kadar bölgesel ve küresel gündemin ilk sırasına söz konusu işgal ve soykırımın insani maliyetleri yerleşmiş olsa da bölgesel jeopolitiğin isabetli çözümlenebilmesi ve geleceğe dair gerçekçi varsayımlar ve öngörüler üretebilmek adına daha soğukkanlı bir değerlendirmeye ihtiyaç duyulmaktadır. Bu yazı çerçevesinde, bir önceki yazının da kademeli devamı niteliğinde olarak, bölgesel jeopolitiğin hegemonik mücadelelerin bir alanı olarak tezahürünü masaya yatırmak hedefiyle hareket edilmektedir.
Söz konusu hegemonik mücadeleler, “ileri karakol” statüsündeki bölge ülkelerinin büyük güç rekabetiyle uyumlu kurguladığı/uyguladığı dış politikalar analiz edilerek açığa çıkarılabilir. Sistemik mücadelelerin şiddetlendiği politik bir atmosferde kademeli olarak bölgesel düzenler de sorgulanmaya açık hale gelmektedirler. Bu bağlamda Ortadoğu bölgesinin iki “pivot” aktörü olarak İsrail ve İran, söz konusu hegemonik mücadelenin başat tarafları görünümündedirler. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya gibi Batılı devletlerin öncülük ettiği Transatlantik bloklaşmanın “pivotu” statüsünde bulunan İsrail; Rusya, Çin, Kuzey Kore gibi devletlerin ana eksenini oluşturduğu Avrasya bloklaşmasının “pivotu” statüsündeki İran ile bölgesel bir hegemonya yarışını devam ettirmektedir. Söz konusu hegemonik mücadele, iki “pivot” devletin de uluslararası hukuku tanımayan eylemlerinin ilgili bloklarca tolere edilmesine yaslanmaktadır. Bu bağlamda her iki devlet de bölgesel girişimlerinde hukuki herhangi bir sınıra maruz kalmaksızın askeri eylemlerde bulunabilmektedir.
İbrahim Anlaşmaları ile 2020 yılının yaz ayları itibariyle bölgesel bir entegrasyon sürecine koyulan İsrail dış politikası, Arap yarımadasında bulunan merkez Arap devletleriyle ilişkilerini normalleştirme misyonunu hayata geçirmeye başlamıştı. Öncelikle görece küçük Körfez monarşileri olarak Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn ile diplomatik normalleşme imkânı bulan İsrail, özellikle de Suudi Arabistan ile benzer bir anlaşma imza edebilmeyi hedeflemekteydi. Böylece Arap yarımadası boyunca geniş bir alanın jeostratejik entegrasyonunun da yolu açılmış olacaktı. Geçtiğimiz yıl ortaya atılan Hint-Ortadoğu-Avrupa (IMEC) güzergâhının altyapısında da söz konusu yarımadanın jeostratejik entegrasyonu yatmaktaydı. Bir başka ifadeyle İbrahim Anlaşmaları, Hint-Ortadoğu-Avrupa koridorunun ve olası benzeri girişimlerin olmazsa olmaz yapıtaşıydı. Bu bağlamda iddia edilebilir ki Gazze savaşı sürecinde İsrail hukuk tanımazlığının Batılı devletlerce tolere edilmesinin altında, Arap yarımadasının Akdeniz çıkışını stabilize etme çabası vardır. Bu perspektif doğrultusunda, Gazze gibi Arap yarımadasının Akdeniz çıkışını istikrarsızlaştırabilecek coğrafyaların ivedilikle kontrol altına alınması gerekmektedir. Bu bağlamda Gazze Şeridi, bahsi geçen planlamaların yumuşak karnını temsil etmektedir.
İsrail ve İran’ın Gazze savaşı özelinde yeniden karşı karşıya gelmeleri, elbette ki şaşırtıcı bir gelişme değildir. Sistemik dönüşümün bölgesel yansıması olarak görülebilecek olan bu çekişme, İran’ın Filistinli direniş örgütlerine el altından verdiği askeri/stratejik destek ile birlikte iyice görünürlük kazanmıştır. Filistinli direniş örgütleri tarafından Aksa Tufanı’nın akabinde İran’a sunulan teşekkür, söz konusu rekabetin bir tezahürü ve tescili olarak görülebilir.
Ayrıca Aksa Tufanı İsrail’i cevap vermeye zorlamış ve fakat İsrail’in siyaseten arz ettiği faşizan/apokaliptik eğilimli hükümet kompozisyonunun da yoğun katkısıyla işgal ve soykırım pratiğiyle birlikte orantılılık ilkesi çiğnenmiş ve kendisini uluslararası kamuoyu nezdinde sistem-dışı bir entite olarak konumlandırarak iyice marjinalize etmiştir. Bu bağlamda, yukarıda da detaylandırıldığı üzere, İbrahim Anlaşmaları yoluyla bölgesel bir entegrasyonun kapısını ardına kadar araladığı bir “altın çağda” İsrail, bahsi geçen dış politika kazanımlarını riske etmiş ve yeni katılımları kendi eliyle sınırlandırmıştır. Bu çerçevede, söz gelimi Suudi Arabistan’ın İsrail ile normalleşme sürecine yönelik öne sürdüğü şartlarda el yükselmiştir. Her halükarda yakın bir zaman diliminde hayata geçirilmesi de mümkün gözükmemektedir.
İran açısından bakıldığında ise stratejik olarak öncelik sıralamasının başında gelen nükleerleşme faaliyeti, Gazze savaşı sürecinde İsrail’in yapmış olduğu saldırılara görece yumuşak ve gösteri mahiyetinde cevaplar üretmesine sebep olmuştur. 2015 yılında imzalanan Nükleer Anlaşma ile Batılı devletler nezdinde masaya oturulabilir bir aktör olarak konumlanan İran, elde ettiği prestij ve kabulle bölgesel aktivitelerine de hız vermişti. Trump yönetiminin anlaşmadan çekilmesi ve İsrail’in hukuk dışı girişimlerini meşrulaştırmaya kalkışmasından itibaren İran’a karşı askeri hamlelerin de önü açılmıştır. Günümüzde ise İran, olası bir Demokrat yönetiminde ABD ile yeniden masaya oturabilme ihtimaline binaen cumhurbaşkanının soru işaretleriyle dolu helikopter kazasına dahi sessiz kalabilmektedir. Nihayetinde bugün itibariyle nükleer faaliyetlerini akamete uğratacak topyekün bir savaş ihtimali, en azından İran açısından stratejik olarak gerçekçi bir senaryo olarak görülemez. Kaldı ki nükleerleşmesinin belli bir aşamaya gelmesi durumunda İran’ın kazanacağı caydırıcılık, bizatihi bölgesel bir çift-kutupluluğun önünü açacak ve uyguladığı politikaları dokunulmaz kılmaya yarayacaktır.
Uzun yıllardır İsrail’in İranlı nükleer uzmanlara yönelik düzenlediği suikastler, stratejik olarak İran nükleerleşmesinin hedef alınması hasebiyle, İsrail’in İran odaklı güvenlik politikalarının mahiyetini de açığa çıkarmaktadır. Hatta denilebilir ki HAMAS lider kadrosundan İsmail Haniye’nin katledilmesi, İsrail’in HAMAS liderliğini İran’a iyice angaje olmaya zorlamak açısından politik bir suikast olarak çözümlenebilir ve söz konusu suikast kümesinden ayrıştırılabilir. HAMAS’ın İran ile isminin daha yoğun anılması, Filistinli direniş örgütünün küresel imajını itibarsızlaştırmak için İsrail namına elverişli bir imkân olarak görülmektedir. Bu bağlamda Haniye suikasti, bir taşla birden fazla kuş vurmuştur.
İran açısından esas sorun alanı, İsrail karşısında caydırıcılığının hali hazırda oldukça düşük düzeyde bulunmasıdır. Haniye suikastine vereceği cevaptan ziyade böylesi bir suikastin topraklarında işlenmeye cüret edilebilmesi, başlı başına tartışılması gereken bir noktadır. Bir süredir komutanlarına, diplomatik yerleşkelerine vb. düzenlenen ve başlı başına savaş sebebi kabul edilen saldırılara da yetersiz cevaplar veren İran, nükleer yeteneklerini koruyabilmek ve mümkünse buradan bir dokunulmazlık elde edebilmek adına diğer coğrafyalardaki yeteneklerini ön plana çıkarmakta ve dolaylı cevaplar üretmektedir. Fakat şurası açıktır ki Lübnan ve Yemen’deki konvansiyonel yetenekler, İsrail’i caydırma aşamasında oldukça yetersiz kalmaktadırlar. Bahsi geçen zaafın farkında olan İsrail ise İran’ı direkt, büyük ve riskli cevaplar vermeye zorlamaktadır.
Fakat İran’ın caydırıcı yeteneklerinin sınırlı oluşu, kendisine yönelik topyekün bir harekâtın mümkün olduğu sonucunu doğurmaz. Bölgesel düzeyde büyük güçlerle uyumlu bir profil çizdiği müddetçe İran’ı desteklemekte olan Avrasya bloklaşmasının nükleer yetenekleri de bir nevi “genişletilmiş caydırıcılık” imkanı sunabilir. Kaldı ki İsrail’in İran’a yönelik olası askeri girişimleri, ikili tırmanmanın kontrolden çıkması ihtimaline istinaden, Batılı güçlerce de durdurulabilir.
Güncel Ortadoğu jeopolitiğinde belirginleşen bölgesel hegemonya yarışı, özellikle iki devletin bir diğerine hasmane politikalarıyla şekilleniyor gözükmektedir. Gazze savaşının paralelinde yürüyen rekabet, iki devletin de bir diğerini test ettiği bir evrededir. Söz konusu yarış, öncelikle sistemik dönüşümün bir yansıması olarak değerlendirildiğinde, fotoğraf karesi daha da berraklaşmaktadır.