Share This Article
TRANSATLANTİK İLİŞKİLER: ATLANTİĞİN İKİ YAKASINDAKİ BÜYÜK ÇATLAK
Doç. Dr. Sinem Ünaldılar
Transatlantik ilişkiler, 2. Dünya Savaşı’ndan günümüze kadim bir müttefiklik ilişkisi olarak devam etti. Ortak değerlerin, liderler ve bürokratlar arasındaki kişisel bağların, ortak ekonomik ve güvenlik çıkarlarının üstünde şekillenen bu ilişki, yaşanan tüm krizlere rağmen ortak düşmanlara karşı birlikte inşa edilmiş bir güvenlik mimarisinin sürdürülmesini sağlayabildi. Tarihsel süreçte 1956 Süveyş Krizi, 1973 Petrol Krizi, 2003 Irak Savaşı gibi derin çatlakların yaşandığı bir dönem söz konusuydu. Ancak bu krizlerin hepsi tarafların sözü edilen kadim bağı krizlerin ötesinde tutması ve birbirlerine olan ihtiyaçlarının farkındalığı çerçevesinde çözülebildi.
Donald Trump’ın birinci dönemi ise geleneksel müttefikliğin gölgelendiği bir dönem oldu ve Başkan tarihsel süreçte görülmedik biçimde Avrupalı müttefiklerinin üstüne geldi. Özellikle NATO savunma harcamaları konusunda ciddi eleştirilerde bulunarak Ortadoğu politikalarından, uluslararası kurumlara, çok taraflılıktan sistemin normatif yapısına hemen hemen hiçbir konuda müttefikleri ile anlaşamadı. Trump’ın transatlantik ittifakta yarattığı güven bunalımından sonra Almanya şansölyesi Merkel’in yaptığı “Avrupalılar olarak kaderimizi elimize almalı ve kendi geleceğimiz için savaşmalıyız”[1] açıklaması, AB’nin de Trump politikalarına karşı kendi politikalarını oluşturma konusundaki kararlılığını göstermişti. Bu çerçevede 2017 yılında PESCO[2] (Permanent Structured Cooperation-Daimi Yapılandırılmış İşbirliği) projelerini yeniden canlandıran AB, uzun yıllardır üzerine düşülmeyen savunma alanına yeniden ilgi göstermeye başladı. Trump’tan sonra seçimleri kazanan Biden ise Amerika geri döndü sloganıyla müttefiklerinin içini rahatlatmış bu açıdan son gerçek transatlantist olarak Avrupa’nın yüreğine su serpmişti.
Trump’ın ikinci dönemi daha başlamadan Avrupalı müttefikler gelecek dönemle ilgili endişe etmeye başlamışlardı. İlk dönem yaşanan güçlükler, Trump’ın seçim kampanyasında sıklıkla tekrarladığı Ukrayna Savaşı’nın bitirmeye yönelik vaatleri, endişe edilen korumacı politikaları Avrupa’nın ilk dönemkinden daha da zor bir Başkan ile karşı karşıya kalacağını gösterir nitelikteydi. Yine de Münih Güvenlik Konferansı’nda yaşanan gelişmeler kadar kötüsü beklenmemişti. Her yıl düzenlenen konferans, transatlantik müttefiklik bağlarının güçlendiği, bağlılığın yinelendiği, ortak stratejilerin geliştirildiği bir platformken bu yıl Münih Konferansı’nın son gününde Başkan Christoph Heusgen’in gözyaşları ABD ile yaşanan fikir ayrılığının ne derece derin olduğunu da göz önüne sermiş oldu. ABD Başkan Yardımcısı J.D. Vance’in Avrupa’nın nefret söylemi ve aşırı sağa yönelik tutumuyla ilgili eleştirileri, Münih Konferansı’na damgasını vuran diğer gelişmelerdi. Bütün bu gelişmeler Trump ve müttefikleri arasındaki büyük bir çatlağa işaret etmekte. Bununla birlikte Avrupa’nın her krizde kendi savunmasını inşa etmeye yönelik çabalamasına rağmen bunu bir türlü gerçekleştiremiyor olması da Avrupa’nın stratejik otonomisini nasıl kuracağı sorusunu tekrar gündeme getirmiş oldu.
Trump’ın Ukrayna’da barışın sağlanması için Riyad’ta Rusya ile yaptığı görüşmeler ve peşi sıra Zelenski’yi tüm dünyanın gözü önünde diplomasi derslerine konu olacak kadar kötü bir uslupla sıkıştırması, transatlantik güvenliğin ortak politikalarına bir darbe daha indirmiş oldu. Trump, Çin ile girişeceği ekonomik rekabete odaklanmak ve savaşın mali yükünü daha fazla sırtlanmamak adına müttefiklerine acil bir barışı dayatırken savaşın asıl yükünü çeken, uyguladıkları yaptırımların ekonomik yükü, enerji bağımlılığının yarattığı zorluklar ve mülteci akını ile boğuşan Avrupa kendisi masada olmadan alınan bu karara tepki gösterdi. Londra’da toplanan Ukrayna Zirvesi’nde Zelenski’ye Avrupa tarafından verilen destek, Avrupa’nın Ukrayna’yı tek başına savunma kapasitesinin olup olmadığını sorgulatırken Zirveye katılmayan Yunanistan, Macaristan ve Slovakya gibi ülkeler Avrupa’nın bu meselede de ortak bir duruş gösteremediğinin altını çizmiş oldu. Macron, Avrupa’nın kendi savunmasını mutlaka oluşturması gerekliliği ve Rusya’nın bütün Avrupa için bir tehdit olduğu konusunda kararlı açıklamalar yapsa da Avrupa’nın uzun yıllardır dillendirdiği gibi ABD olmadan kendi savunma kapasitesini yaratması bir hayli zor görünüyor. Uzun süredir Avrupa tarafından göz ardı edilen Türkiye’nin Londra’daki Zirve’ye davet edilmiş olmasını da bu çerçevede okumak mümkün. Avrupa, güvenlik mimarisinin yeniden yapılandığının ve yeni şartlara uyum sağlaması gerektiğinin farkında.
Trump, transatlantik ilişkilerde Europapolitiğin esas olduğu ruhtan çok uzakta bir dış politika çizgisine sahip belli ki müttefikleri için işleri kolaylaştırmaya niyeti yok. ABD, hegemon gücündeki azalmanın da etkisiyle müttefikleriyle uzlaşmak yerine kendi kurallarını dayatan daha agresif bir çizgide politika formüle ediyor. Çin ile rekabete hazırlanmak ve ekonomik açıdan tüm gücünü toplamak adına ABD çıkarlarına odaklı dış politikası, kolektif güvenlik anlayışını zora sokuyor. Şüphesiz ki transatlantik ilişkiler açısından en zor zamanlardan biri yaşanıyor. Tarafların herşeyi yeniden inşa etmesi gereken bir dönemden geçiyoruz. Yeni riskler, yeni fırsatlar ve yeni bir dünya politikası tüm aktörler için yeni bir bakış açısı gerektiriyor.
[1] G. Paravicini, “Angela Merkel: Europe Must Take ‘Our Fate’ into Own Hands”, 28
Mayıs 2017, www.politico.eu/article/angela-merkel-europe-cdu-must-take-its-fateinto-its-own-hands-elections-2017
[2] PESCO, Lizbon Anlaşması’nın 42/6 ve 46. Maddeleri ile ve Antlaşma’ya ek 10 Nolu Protokol ile düzenlenmiştir. Buna göre daha yüksek askeri kapasite kriterlerine sahip olan ve diğerlerine göre daha fazla bağlayıcı taahhütlerde bulunan üye devletlerin Birlik içinde kalıcı yapısal iş birliği kurmaları mümkündür.
Antlaşmanın 46. maddesi de bu kalıcı yapısal iş birliğinin nasıl kurulacağını düzenlemiştir. (bkz. PESCO, “About PESCO”, https://pesco.europa.eu/