Share This Article
FATİH CEYLAN
TRANSATLANTİK İLİŞKİLERDE FIRTINALI GELECEK
Rusya’nın 2014’te Kırım’ı işgâl ve ilhâkıyla birlikte dünya siyaset sahnesinin dekoru değişti. Güç politikaları uluslararası ilişkilere damgasını vurdu. Jeopolitik ve jeostratejik rekabet tavan yaptı.
Aynı yıl Suriye ve Irak’ta sahne alan DAEŞ’in bölgede başlattığı terör dalgası, ana bir tehdit kaynağı olarak terörizmi küresel gündemin yeniden öncelikli meselesine dönüştürdü.
Şubat 2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı geniş çaplı işgâl girişimi ise, esasen dayanakları zayıflamış küresel sistemi daha fazla belirsizliğe ve düzensizliğe itti.
Kuralsızlığın neredeyse norm haline geldiği küresel ortamdan transatlantik ilişkilerin etkilenmemesi mümkün değildi. Bu bağlamda, transatlantik çerçevenin kurumsal düzeydeki temel temsilcisi olan NATO’nun karşısına Doğu’dan (Rusya) ve Güney’den (terörizm) kaynaklı iki ana sınama çıktı.
Sözkonusu iki temel tehdite karşı İttifak büyük ölçüde hazırlıksız yakalandı. Bu çerçevede NATO’nun kolektif caydırıcılık ve savunma görevi öne çıktı. 2014 yılından itibaren yapılan tüm NATO Liderler Zirvesi Toplantıları’nda alınan kararlar, İttifak üyelerinin olası bir Rus saldırganlığına karşı savunmalarını güçlendirme ve terör kaynaklı eylemleri önleme, bunlarla mücadele etme ve bunlara karşı toplumsal dayanıklılıklarını artırma üzerine kurgulandı. NATO, 2022’de Rusya’yı konvansiyonel; terörizmi ise asimetrik tehdit olarak tanımladı.
2011’den itibaren derinleşen Suriye’deki iç savaş ve Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e karşı gerçekleştirdiği saldırı sonrasında Ortadoğu’da İsrail’in operasyonlarıyla şiddetlenen dehşet sarmalı sadece Levant bölgesini değil, Avrupa’nın güvenliğini de tehlikeye sokan sonuçlar doğurdu.
Bir yandan Ukrayna’da devam eden savaş, diğer yandan Ortadoğu’daki vahim gelişmeler transatlantik ittifakı için Doğu’dan ve Güney’den kaynaklı tehditleri daha da boyutlandırdı. Bu tablo, Türkiye’nin Kuzey ve Güney kuşaklarında iki ana tehdit odağı arasında kalması sonucunu doğurdu.
Çin’de daha Xi Jinping iktidara gelmeden, dolayısıyla Çin’in nüfuz yayma eğilimini simgeleyen “Çin Rüyası” hedefi dolaşıma sokulmadan önce ABD, Obama döneminden başlamak üzere Çin’den algıladığı tehditi dengelemeye, bu çerçevede Asya-Pasifik bölgesini öncelemeye başladı. Buna karşılık Ukrayna’da ve Ortadoğu’da patlak veren krizler sonucunda enerjisini kendi istediği ölçüde Asya-Pasifik bölgesine kanalize edemedi.
Trump’ın 2025’te ABD’de ipleri bu kez daha güçlü bir taban desteğiyle ele geçirerek başkan olmasıyla birlikte gerek küresel siyasetin, gerek transatlantik ilişkilerin seyri çok daha farklı bir mecraya doğru evrilmeye başladı.
Yanına Amerikan yerleşik düzeninin güçlü aktörlerini de alan Trump, NATO müttefiklerinden toprak taleplerinde bulunmak (Grönland’ı satın almak, Kanada’yı ABD’nin bir eyaletine dönüştürmek gibi), Avrupa’yı da içine çeken ticaret savaşlarına başvurmak, Ukrayna’daki savaşı Rusya’yla doğrudan ikili çerçevede sonuçlandırmaya dönük bir yolu tercih etmek, oluşturduğu yakın ekibiyle birlikte Avrupa’daki aşırı sağ akımların güç kazanmasını teşvik eden bir yaklaşım sergilemek, Gazze’yi Filistinlilerden arındıracak bir projeyi (“Gazze-Akdeniz’in Riviera’sı” Projesi) gündeme taşımak gibi söylem ve eylemleriyle ABD’yi hızla revizyonist ve yayılmacı bir aktör konumuna sürükledi.
Mevcut tabloda Avrupa ülkeleri, bir yandan revizyonist Trump yönetimi, diğer yandan başta Rusya’nın ve ötesinde Çin’in sahaya yansıyan üç ayaklı bir rekabet ortamına sıkıştılar. Değişen ölçülerde de olsa, bu üç ana küresel aktör arasındaki güç mücadelesi karşısında kendi konumlarını yeniden tayin etmeye yöneldiler.
Hızlanan ve içeriği şiddetlenen, düzensizliğe ve kuralsızlığa dayalı küresel çaptaki güç mücadelesi, Avrupa’yı ve tabiatıyla Türkiye’yi özellikle savunma alanında zafiyete uğratmayacak çarelerin bulunmasını zorunlu kıldı. Geniş tanımıyla Türkiye’yi de kapsayan Avrupa güvenlik ve savunmasını güçlendirmek üzere Avrupa ülkeleri, geniş ölçekte kendi aralarında ve ortaklarıyla birlikte işbirliklerini artırmaya, savunmaya daha fazla kaynak yönlendirmeye ve savunma sanayi ekosistemini kuvvetlendirmeye yöneldiler.
Trump yönetiminin, NATO’nun Avrupalı üyelerinin Gayrı Safî Yurtiçi Hasılalarının (GDP) %5’ini savunmaya ayırmaları yönünde baskı uygulamaya başladığı görülmekte. Avrupa kanadının ise, bir yandan savunma sanayi altyapılarını güçlendirmeye ve her hâl ve kârda savunmaya daha fazla kaynak tahsis etmeye çalıştıkları gözlenmekte. Öte yandan, ABD’nin istediği çapta savunma harcamalarını yükseltmede başarı sağlayıp sağlamayacakları henüz belirsizliğini korumakta. Bu itibarla, mevcut koşullarda önümüzdeki Haziran ayında Hollanda’da düzenlenecek NATO Zirvesi’nde ABD ile Avrupa arasında nasıl bir orta yol bulunacağının yakından izlenmesi gerekmekte.
Son on yıldır Kuzey’den ve Güney’den kaynaklı sınamalara karşı kendi güvenliğini ve savunmasını korumaya çalışan Türkiye’nin, en azından hazırlık düzeyinde Avrupalı müttefiklerine göre daha avantajlı olduğu söylenebilir. Türkiye, bu karşılaştırmalı üstünlüğünü özellikle savunma sanayinde aldığı önemli mesafeye borçlu.
Küresel ve bölgesel güvenlikte ortaya çıkan ağır ve zorlu tabloda Ankara, transatlantik ilişkilerin bir ölçüde dengelenmesinde Avrupa’yla geliştireceği işbirlikleri vasıtasıyla önemli bir rol oynayabilir. Bu çerçevede, Ukrayna’daki barış arayışlarında ve Ortadoğu’nun nispî bir istikrara kavuşmasında kendisinin ve Avrupa’nın güvenliğine katkı sağlayacak bir konum elde edebilir. Mesele, bu rolün nasıl ve ne yönde tezahür edeceğinde düğümlenmektedir.