Share This Article
Ateş Çemberiyle Çevrili Dünyada Dış Politikayı Kurgulamak: Türkiye’nin Uluslararası İlişkiler’i Üzerine Düşünceler
Prof. Dr. Birgül Demirtaş*
Yaklaşık 35 sene önce Doğu Alman halkının aylarca süren protestoları sonucu Berlin’de duvar yıkıldığında büyük bir umut belirmişti. Artık dünya siyasetinde yeni bir sayfa açılıyordu. Başat güçler arasında savaş yaşanmayacak, silahlanma yarışı tarihin sayfalarına gömülecek ve büyük gerginlikler ortadan kalkacaktı. Artık insanın güvenliğini, devletlerin koruma sorumluluğunu, farklı güvenlik kavramsallaştırmalarını konuşmanın tam zamanıydı. Bir başka deyişiyle, artık barışın zamanıydı. Immanuel Kant’ın ebedi barış hayalini gerçekleştirmenin önünde artık hiçbir engel yoktu. Hatta Francis Fukuyama’ya göre tarihin sonu gelmişti ve liberal değerler tüm dünyaya yayılabilecekti.
Oysa ki 1989’dan günümüze kadar geçen 35 yıl, uluslararası siyasetin 21. yüzyılda da farklı meydan okumalarla karşılaştığını gösterdi. 1990’larda bir yandan Ortadoğu’da savaşlar ve müdahaleler yaşanırken, Yugoslavya da dağılma savaşlarını yaşadı. 2000’ler ise 11 Eylül saldırılarıyla başladı. Artık sadece devletlerin değil, devlet-dışı aktörlerin de ne kadar büyük bir tehdit olduğu bu saldırılarla ortaya çıktı.
Öte yandan, 2010’lar “Arap Baharı” olaylarıyla adını tarihe yazdırdı. Demokrasi için sokağa çıkan kitleler, sadece Tunus’ta demokrasinin kısmen de olsa inşa edilmesine yol açtı. Diğer ülkelerde otokratik rejimler farklı şekillerde varlıklarını sürdürdü. Suriye örneğinde ise etkileri hala devam eden bir iç savaş ortaya çıktı. 1990-2021 arası yaşanan devletlerarası savaşlar, iç savaşlar ya da çatışmalar sınırlı ölçekteydi ve diğer ülkelere yayılma ihtimalleri yüksek değildi.
Küresel Sisteme Meydan Okuyan Çatışmalar
Oysa ki son 2,5 senedir Türkiye’ye komşu coğrafyalarda yaşadığımız çatışmalar, başka bir boyutu temsil ediyor. 24 Şubat 2022’de Rusya’da Vladimir Putin yönetiminin Ukrayna’ya açtığı savaş, görünüşte iki ülke arasında bir askeri mücadele gibi gözükse de, aslında Batı’yla Rusya arasındaki bir hesaplaşmayı yansıtıyor. Hem AB ülkelerinin hem de ABD’nin Ukrayna’ya yaptığı askeri ve diğer yardımlar ve Batılı ülkelerin Rusya’ya uyguladığı ambargolar, hem de Putin’in Batı karşıtı söylemleri ve politikaları, savaşın yayılma tehlikesini içinde barındırıyor. ABD’nin kısa bir süre önce uzun menzilli nükleer başlık taşıyan füzeleri 2026’ya kadar Almanya’ya konuşlandıracağını bildirmesi Putin’in misilleme yapacakları söylemiyle karşılık buldu. Rusya Devlet Başkanı’nın zaman zaman nükleer savaş tehdidinden bahsetmesi ise, uluslararası ilişkilerde Soğuk Savaş’ta gerginliğin en yüksek zamanları hatırlatmaktadır.
Öte yandan, Hamas militanlarının 7 Ekim 2023’te gerçekleştirdikleri saldırının ardından İsrail’in Gazze Şeridi’nde başlattığı saldırılar, uluslararası toplumu yeni bir şiddet sarmalıyla karşı karşıya bıraktı. O tarihten bu yana yaşananlar, savaşın İran’a ve Lübnan’a sıçrama ihtimalini de ortaya çıkartıyor. İsrail-Hamas çatışması olarak başlayan süreç, Orta Doğu’da bölgesel bir savaşa dönme tehlikesini taşıyor.
Sivillerin Hedef Alınması ve İnsanlığın Trajedisi
Üstelik gerek Rusya-Ukrayna gerekse de İsrail-Hamas arasında olsun savaşan tüm taraflar, Cenevre Konvansiyonlarını ve uluslararası hukukun en temel prensiplerini hiçe sayarak, sivil hedefleri de acımasızca hedef almaktadır. Sivillerin yaşadığı konutlar, okullar, hatta hastaneler saldırıya uğrayarak her gün gözümüzün önünde katliamlar yaşanmaktadır. İsrail’in saldırıları sonucu Filistin’de bugüne kadar 39.000’den fazla, Rusya’nın saldırıları sonucu da Ukrayna’da da 11.000’in üzerinde sivil hayatını kaybetti. Onbinlerce insan yaralandı, onbinlerce insan sakat kaldı.
Hem devletler hem toplumlar hem de diğer tüm aktörlerin toplamı olarak düşünebileceğimiz uluslararası toplum, 21. yüzyılda yaşanan bu trajedilere yeterince tepki vermedi. 1990’ların başındaki barış umudu, yerine insanlık tarihine kara sayfalarla yazdıracak bir döneme bıraktı.
Yeni Meydan Okumalar
Üstelik insanlık olarak yaşanan çatışma ortamının ortaya çıkardığı meydan okumalara ek olarak, geleceğimizi tehdit eden iklim değişikliği sorunuyla da karşı karşıyayız. Geçtiğimiz 22 Temmuz tarihinde dünya, tarihinin ortalamada en sıcak derecesine şahit oldu. Yapılan bilimsel çalışmalar, bu durumun başlıca sorumlusunun “insan” olduğunu açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
Hem iklimin hem de savaşların yol açtığı mülteci hareketliliği de başka bir küresel sorun olarak karşımızda duruyor. UNHCR verilerine göre bugün 117 milyondan fazla insan, yerinden edilmiş durumda. Türkiye’de mülteci akınından 2011’den bu yana en çok etkilenen ülkelerden birisi. Dünyada en çok mülteci barındıran ülke artık Türkiye. Bu durumun, hem siyasetteki hem de ekonomideki yansımaları giderek daha fazla kendini gösteriyor.
Zorlu Bir Dönemde Nasıl Bir Türk Dış Politikası?
Böylesine hem savaşların yaşandığı hem de yeni güvenlik tehditlerinin kendilerini daha fazla hissettirdiği bir dönemde Türkiye, uluslararası ilişkilerini nasıl şekillendirebilir? Çıkarlarını nasıl tanımlayabilir? Bu zorlu dönemde Türkiye’nin çıkarları en iyi şekilde nasıl korunabilir? Karar verici aktörler, tarihin yol göstericiliğinden nasıl yararlanabilir?
Öncelikle hatırlatmak gerekiyor ki ülke tarihinde ilk kez bu kadar meşakkatli bir süreçle karşılaşmıyoruz. II. Dünya Savaşı, Türkiye’nin tüm komşu coğrafyalarını etkilemişti. Bu dönemde Türkiye’nin izlediği hem cesur hem dengeli dış politika, bugün yapılabilecekler için de pek çok ders barındırmaktadır.
Türkiye, II. Dünya Savaşı sırasında uyguladığı doğru diplomaside olduğu gibi, hiçbir savaşa ve çatışmaya dahil olmadan, tüm taraflarla diyalogunu koruyarak, diplomatik girişimleriyle barışı inşa çabalarına destek olabilir.
Bu girişimleri zaman zaman tek başına yapabilir, ancak mümkün olan her durumda da uluslararası ortamda kendisine benzer politikalar izleyen ülkelerle ortak inisiyatifler geliştirebilir. Türkiye’nin Brezilya’yla 2010’da ortaklaşa hazırladığı İran krizini çözüm formülü bir örnek olarak alınabilir. Batı’dan Doğu’ya herkesin kılıçlarını kuşandığı Rusya-Ukrayna meselesinde de uyguladığı denge politikasını yeni barış inisiyatifleri hazırlayarak geliştirebilir. Dolayısıyla Türkiye’nin dış politikasının temel ilkelerinden biri olan “tarafsızlık” ilkesinin sürdürülmesi faydalı olacaktır.
İkinci olarak, Mustafa Kemal Atatürk’ün “yurtta sulh, cihanda sulh” cümlesi 21. yüzyılda da önemini korumaktadır. Atatürk’ün “Mutlaka şu ve bu sebepler için, milleti savaşa sürüklemek taraftarı değilim. Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Gerçek kanaatim şudur: Milleti savaşa götürünce vicdanımda azap duymamalıyım, öldüreceğiz diyenlere karşı, ölmeyeceğiz diye savaşa girebiliriz. Lakin millet hayatı tehlikeye maruz kalmıyorsa savaş cinayettir” şeklinde ifade ettiği tehlike, bugün de karşımızdadır. O yüzden “barış” ve yumuşak güç odaklı dış politika vazgeçilmezdir. Türkiye’nin dış politikasında kültürel, ekonomik ve insani diplomasi araçlarını kullanarak yumuşak güç unsurlarına ağırlık vermesi, Türkiye’nin prestijini arttıracaktır.
Üçüncü olarak, küresel ekonominin giderek daha fazla Asya’ya kaydığı, ama küresel siyasette adeta kutupsuzluğun yaşandığı global sistemde dönüşümün yaşandığı bir süreçte Türkiye gibi orta büyüklükte bir devletin dış politikası, sadece kendisi değil diğer ülkeler için de önemlidir. Böyle bir geçiş döneminde Ankara, bu geçiş sürecinin mümkün olduğunca normatif değerleri yükselterek gerçekleşmesi için hem çok-taraflı dış politikasını geliştirebilir hem de kendisi rol model olabilir. İnsani kalkınma konusundaki çabalarını arttırarak, eğitime, sağlığa, sosyal devlete daha fazla yatırım yaparak; demokratik kriterlerini geliştirerek orta büyüklükteki bir devletin değişen sistemde sınıf atlamasını gerçekleştirebilir. Ve bu sayede diğer orta büyüklükteki devletlere örnek olabilir.
Son olarak, dış politikada yeni adımlar atılabilmesi için ve barışı inşa yolunda cesur inisiyatifler geliştirebilmesi için Türkiye’deki aktörlerin ülke kimliği üzerine düşünmesi gerekir. Yönümüz “Asya mı olmalı, Avrupalı mı?” veya “Batılı bir ülke miyiz, yoksa Ortadoğulu muyuz ya da Orta Asyalı mıyız?” şeklindeki klasik tartışmanın ötesine geçebilmeliyiz. Türkiye farklı kültürleri ve kimlikleri barındıran, farklı coğrafyalarda toprağı olan bir ülkedir. Her daim çok-kültürlülük, hem ulusal kimliğinin hem de devlet kimliğinin başlıca unsuru olacaktır. Ama burada temel mesele, normatif olarak kendimizi nereye konumlandıracağımız konusudur. Türkiye’nin günümüzde çağdaşlaşma hedefi nedir? Nasıl bir ülke olmak istemektedir? Hedef nedir? Bu sorulara, çok-kimlikliğe zarar vermeden ama karar alıcıların hedefler belirlemesine yardımcı olacak yanıtlar üzerinde tartışılması faydalı olacaktır.
Türkiye’nin komşu coğrafyalardaki çatışmalara karşı tarafsız politikasını devam ettirmesi ve herkesle diyalog kurabilmesi, barış odaklı dış politika kurgulaması, orta büyüklükteki devlet olarak küresel konumunu yeniden düşünmesi ve kendi kimliğini belirleyip geleceğe yönelik net hedefler koyabilmesi, ülkenin uluslararası ilişkilerine yeni bir vizyon katabilecektir.
* Köln Üniversitesi Misafir Öğretim Üyesi.